İslam Dünyası ve Biz Neden Bu Durumdayız?

Çağımızın özellikle son otuz yılın baş döndürücü ve kanlı gelişmelerine birer birer şahitlik ettik halen de ediyoruz.Kasım 1989’da Soğuk Savaş’ın bittiğini tüm dünyaya ilan eden Berlin Duvarı’nın yıkılması şaşkınlığını yaşadık.1991 yılında iki kutuplu dünyanın süper gücü sayılan Sovyetler Birliği parçalanarak Bağımsız Devletler Topluluğu’na dönüştü.Aynı sene ABD tek süper güç halinde ayakta kalma başarısını Kuveyt işgali bahanesini öne sürerek Irak’a saldırmakla kutladı.O zamana kadar başımıza fena şekilde dert olan Kürt Sorunu’nun Körfez Harekatı’ndan sonra siyasal güç kazanarak komşu topraklarda yarı özerk devlet halini alması tırmanan terörle birlikte yaklaşan tehlikenin ilk ciddi işareti sayılabilirdi.Bosna Hersek,Afganistan,Ruanda,Cezayir,Somali… gibi ülkelerde yaşanan iç savaşlar korkunç düzeye ulaşan insanlık trajedilerini medya aracılığıyla her gün evlerimize kadar getirdiler.Ne yazık ki Fukuyama gibi yazarların tarihin sonu diye ilan edip liberal ilkelerin tüm ülkelerde hüküm süreceği barış döneminin başlayacağını iddia etmelerine rağmen kanlı mı kanlı geçici bir ateşkese adım atmış idik.Aslında başımıza geleceklerden daha haberdar bile değilmişiz.

Bu tarihlerden itibaren Medeniyetler Çatışması kitabının yazarı Huntington ‘u garip bir şekilde haklı çıkaran mikro savaşlar gezegenimizde yaşanmaya başlandı.Savaşların büyük kısmının İslam Dünyası sınırları içerisinde sürüp gitmesi karşımızdaki gücün bizleri önce zayıf ve bilgisiz bırakıp ardından birbirine düşman kitleler haline getirerek savaşmasını sağlamak gibi basit bir fikre dayanıyordu.Böl-Yönet politikası gerçek gücüne Batı Dünyası’nda yüzyıllardır hüküm süren kötücül diplomatik mirasın Fransız İhtilali’yle beraber İslam topraklarına milliyetçilik tohumlarını ekmesi sayesinde ulaştı.

Sanayi Toplumu’nun kitle üretimine dayanan ekonomik gelişmesi yeni pazarlar arayışını yaratırken başta Osmanlı olmak üzere tüm İslam Dünyası’nın böylesi bir yaşam devrimi karşısındaki çaresizliği,en önemli örnek sayılan matbaanın gelişi dahil,fikirlerimizi yenileyecek her değişikliğin muhafazakar ümmetçi toplumlarda din düşmanı addedilmesi nedenine bağlanıyordu.Özünde ekonomik tutuculuğun siyasi iktidar ile el ele vermesi sonucu ait olduğu dönemin teknolojik bilgi üretimine, girişimci sermayedar sınıfına,kapitülasyonlarla sağlanmış ayrıcalıklarına dayanan ekonomileri karşısında salt esnaf ve tarım üreticilerine kısmen de ticarete dayanan kitleden müteşekkil müslüman halk böylesi haksız rekabete karşı koyamazdı.İslam Dünyası’nda inanılmaz bir fikri çoraklığın hüküm sürdüğü yüzyıllarda gelişmek için savaşlara bel bağlayan kapitalist ülkelere karşı fütuhatın getirdiği düşünce altyapısıyla rekabete girişmek insanlığın değişime aşık uygarlık anlayışına aykırı idi.

Soğuk Savaş döneminden miras kalan Yeşil Kuşak Teorisi’nin gerçeklere ram olduğu 2010’lu yılları yaşıyoruz.Bana kalırsa yeni binyıla 1980’lerden itibaren geçmiş bulunduk.Bu süre zarfında Türkiye sosyal laboratuvar olarak kullanılma halini Afganistan ve Pakistan ile birlikte üst düzeyde yaşadı.Zira Sovyetler Birliği’ne sınır olmak gibi kötü bir özelliğimiz vardı. Deney hayvanı gibi kullanıldığımız süre içerisinde muhafazakarlaştırılıp cemaat biçiminde derdest edilmiş Türk toplumu yozlaşmanın getirdiği düşünsel fakirliği idrak etmekten alabildiğine uzak tutuldu.Konuya ara vermek bahasına size bir soru sormak isterim:Sürekli değiştirilen sanal gündemlerle uyutulan gerçek gündem halkın değişim arayışını yanlış adreslerde aramaya kalkmasının nedeni olamaz mı?

Devam edelim.İnsanlığın kullukla yer değiştirdiği,inancın ticari meta haline getirildiği ideolojilerin sonu diye adlandırılan dönem dinin mutasyona uğramış halde geri dönmesiyle son buldu.Terör,kula kul haline getirilmiş İslamlık açısından bu tür gömlek değişiminin silahla söylenen nefret şarkısı idi.Bilgi toplumu olmaktan garip bir zevkle uzaklaşan, mensubu olduğunu övünerek iddia ettiği İslam dininin ilkelerine alabildiğine yabancı yalnız bırakılmış müslüman kitle ile karşı karşıyayız artık.

11 Eylül Saldırıları’nın ardından Saddam Hüseyin tehdidini öne sürerek geçen sefer yarım bıraktığı işi tamamlayan ABD nefret kültürünü başarıyla yaratarak tüm müslüman coğrafyayı bizim açımızdan Dar’ül Harp haline getirmiştir.Üstelik savaşlarla başı alabildiğine belada kalmış halkların kaçabildiği her alan kuşatılmış durumda.Medeniyetler İttifakı kandırmacasının Türkiye Başbakanı eliyle sürdürülmek istenmesi, Pennsylvania’da CIA koruması altında yaşayan Fethullah Gülen sayesinde cemaat yapılanmasının Türkiye’de üst seviyeye ulaşması yüzyıllardır Anadolu ve diğer coğrafyalarda galibiyetini ilan eden böylesi beşeri sermayenin başarısı olsa gerek.Birey olamayıp kul kalmak çürümüşlüğüne verilen yanıt cemaatleşmedir.

Liberalleşme ile serbest pazar halini alıp boyut değiştiren devlet merkezli rant üreten ekonomik yapı Anadolu’nun girişimci insanını son 30 senede ticarete katarken;GATT ve Uruguay Raundu’nun devamı sayabileceğimiz 1996 tarihli Gümrük Birliği anlaşması yurtdışından gümrüksüz mal ve hizmetleri rahatlıkla ithal etmemize yol açtı.Bu ekonomi politikasıyla insanımız yüzyıllardır yaşadığı haksız rekabeti bir kez daha yaşamaktadır. Çin,Hindistan,Brezilya gibi geleneksel yapılarını kapitalizm ile uyumlu hale getiren BRIC ülkelerinin pazarları ortak mal ve hizmetler için çeşitlilik arz ederlerken müslüman ülkeler pahalı harcamalarının çok azını araştırma-geliştirme yatırımlarına ayırmaktadırlar.

Toplumun sosyo-ekonomik fay hattı diyebileceğimiz dış etkilere alabildiğine açık iç pazarımız sayesinde ranta dayanan ekonomi en uygun partiyi iktidar yapmıştır.AKP kurucuları hem cemaat-tarikat üyeleri olup aynı zamanda ticari alanda başarı kazanan bir ekole mensuplar.Özal Kuşağı’nın yeni zenginlerine göre muhafazakarlıkları ile övünen yeni tür azınlık zihniyetine sahipler aynı zamanda.Geçen zaman içerisinde kaynakların sınırlılığına rağmen zenginleşmelerini muhafazarkarlıklarında gerçeğe dönüştürenler parayla tahvil ettikleri imanlarını azınlık haklarına ait gibi görünen ümmetçi-laik garip bir dünyevi anlayışla arındırmaktadırlar.Dünya nimetlerini paylaşma konusunda öncüllerinin gerisinde kalan muhafazakar kitle varoluşunu yok ederek rant üreten bu yapıya teslim olmaktadır.Ya bizdensin ya da karşı taraftan anlayışıyla azınlık zihniyeti kristalize edilmektedir.İhaleleri kendi yandaşlarına paylaştırmaktan tutun,devlet kadrolarına adamlarını atamalarına kadar devleti konsolide etmek isteyen daha bütüncül bir tehdidi işaret etmekteyim.

Cemaatleşme olgusunun altında yatan neden olarak paylaşım kavgasını inanç alanları sınırlarına çekmek olarak farz edersek Batı ülkelerinin Ortadoğu toplumlarına benzer İslam ülkesi yaratma hayali Türkiye örneğinde olduğu gibi güçlenmektedir.Oynanan oyuna en uygun insan profili sayılan düşünmekten ziyade inanan beşeri malzeme Anadolu topraklarında hüküm sürmektedir.Bu kadar adaletsiz gelir dağılımının yaratacağı siyasetin faşizme sürüklenmesini engellemek mümkün değil bana kalırsa.Referandum bu süreçte daha beter bir karmaşa yaratmak öte bir işleve sahip değil.

Tarihin Gör Dediği!

Hükümeti tarafından Ortadoğu bataklığına çekilmiş bir ülkenin mensubu olarak gelişmeleri ibret ve kaygıyla izliyorum.İsrail-Filistin Anlaşmazlığı’nda ya da İran’ın Nükleer Silah Üretme konularında Batı İttifakı karşısında tek taraflı çaba göstermemizin sonuçlarını yakında almaya başlarız.Bu girişimlerin olumsuz geri dönüşler yaratacağını görmek için kahin olmaya gerek yok.Hükümetin Mavi Marmara travmasını Ermeni Açılımı’ndan hemen sonra Azeri doğalgazının metreküpünü 120 $ yerine 300 $’dan edinmek türü bir diplomatik zafer gibi sunmasına da alışırız.Tıpkı imzalandığı gün geçersiz sayılan takas anlaşması gibi.

Ekonomisi yalpalanan Türk gemisinin kaptanı eğer Gazze için gerçekçi çözümleri sağlarsa böyle eylemleri hepimiz ayakta alkışlarız.Oysa çocukların,yardımseverlerin sırtından siyaset yapmanın faturasını daha geçen ay 9 canla ödedik.Atılan taşın ürkütülen kurbağaya değmesi kafası bozuk diplomatik manevralarla sağlanamaz bana kalırsa.Arap Dünyası’nın önde gelen ülkesi Mısır bile Refah Sınır Kapısı’nı açmak için İsrail’li komandoların yardım gemilerine saldırmasına kadar bekliyorsa güç dengesinin nerede yer aldığını iyi hesap etmemiz gerekir.Sınırlarımızın ötesinden aktif bir uluslararası güç sayılma hesabını yapıyorsak kendi sınır güvenliğimizin hakkını vermemiz gerekmez mi?

Dış politikadaki konuları iç politikaya mal etmek tehlikeli bir oyun bana kalırsa.Aynı zamanda köşeye sıkışan hükümetlerin sarıldığı geçersiz bir silah.Siyasileşmiş yardım kuruluşlarını bu işlere alet etmekle yardıma muhtaç insanların dertlerine derman olunamıyor.Yaraların kanla yıkanmaya çalışıldığı Ortadoğu coğrafyasında tarih boyunca yaşadığımız sinsice arkadan vurmaların kurbanı olmaya devam mı edeceğiz?Osmanlı Devleti’nin,İngiliz altın ve silahlarıyla bu bölgede yok edilmesinin faturası şimdiki Filistin,Irak,Lübnan cehennemleri değil mi?

Yahudi ve Hristiyan alemi için aynı kutsallığı taşıyan,ölümün bayramlık elbiselerini giyip dolaştığı Vaat Edilmiş Topraklar bizler için de geri alınması gereken “Kutsal Emanetler” anlamına geliyorsa neden bu emanetlere yeterince sahip çıkamadık?Yaşam derdine düşmüş Gazze’lilerin,oyun oynarken katledilen çocukların üzerimizde hakkı bulunduğunu bilmek ile onlar haklarını alana kadar mücadele etmek arasındaki farkı anlamak bizim dirayetimize bağlı.Ama ağlamakla, sızlanmakla hiçbir sorun çözülmüyor.Kriz yaratmakla sorunların azalmasını bekler gibi ruh hali içerisindeyiz.Çaresiz kalan insanların verdiği ilkel tepkileri toplum çapında veriyoruz.

Cetvelle çizilen sınırlar arasında bölünmüş,aynı kökenden gelen insanların sırf diktatörlükler ayakta kalsın diye savaşmalarını görmek üzücü.Bizim açımızdan ise tarih boyunca krizlerin iç içe geçtiği toprakların bekçiliğini yapmış olmamız yeniden savaşacağız anlamına gelmiyor.İsrail Devleti’nin terörizmi günlük hayat pratiği yapması Hamas’ı haklı çıkarmaz.”Direniş” diye sivil insanlara roket atmaktan başka bir işe yaramayan baskıcı siyasi oluşum Filistin toplumunda iki başlığa sebebiyet veriyor.El-Fetih’den devşirme Hamas zaman içerisinde Gazze’liler için demokratik tercih olmaktan ziyade zorunlu ihtiyaç maddelerinin tedarikçisi haline gelmedi mi?Ablukanın haksızlığı Hamas’ı meşru kılar ama haklı kılmaz.Haklı olan Gazze’li çocuklardır bana kalırsa.Oraya giden doktorlar,yardım görevlileridir…Hatta ve hatta Hamas, Gazze sınırları içerisinde varlık sebebini borçlu olduğu ablukanın devam etmesini bile arzu edebilir.

Diplomasinin yumuşak yüzünün ardındaki acımasızlığa her gün televizyonlarda şahit oluyoruz.Karmaşık ve anlaşılmaz çıkarların siyaset aracılığıyla ve silahlarla halklara dikte edildiği Ortadoğu bataklığında dış politik manevralara kalkışmak Türk işi siyasetin yavan kalacağı gereksiz bir gösteridir.Kolayca istikrarsızlığa sürüklenecek dinamiklere sahip ülkemiz iç barışını sağladığı ölçüde dış politikada rahat hareket edebilir. Son günlerde yaşananlar ise iç barıştan uzaklaştıkça dış politikaya sarılan malum zihniyetin açmazlarını gülünç ve acınaklı biçimde ekranlara getiriyor.Fazla söze ne gerek?