Modernizmle Ne Değişti?

Değişim kavramı insan soyunun doğaya uyum sağlama yeteneğinden doğdu.İhtiyaçların motive ettiği atalarımız bugünkünden çok daha zorlu yaşam koşullarında mücadelelerini sürdürme başarısını düşüncelerini eyleme kavuşturmalarına borçlular.Bazen tesadüflerle bazen de büyük emekler verilerek yapılan icatlar üretim süreçlerini yaratarak zaman içerisinde bizleri modern hayatın nimetlerine sahip kıldı.Bu hareketin ilk adımı ise uygarlık maceramızın yerleşik hayata geçilmesinden çok daha önce soyumuzun evrimi ile başlayan biyolojik değişim aşamasının yavaş yavaş yol almasıydı.Maymundan gelip gelmediğimize değil de bugün ulaştığımız noktaya odaklanırsak halen devam eden sosyal evrimi iliklerimize kadar yaşamıyor muyuz?Öyleyse biyolojik açıdan evrim kavramına neden bu kadar karşıyız?Yaradanın büyüklüğü karşısında evrim fikri daha mı az mucizeler içeriyor?

Sabah sabah aklımın kurcaladığı soruları okuyanlarımla paylaşmak isterim.Düşünen ve araştıran aklın hayatımıza kazandırdığı aygıtlar sayesinde yazılarımı kişisel web sayfama ekliyorum.Elektronların hareket kaabiliyetlerinden faydalanarak bildiklerimizi ya da bilmediklerimizi başka insanların bilgisine sunuyoruz.Bu tür bir değişim sürecini insan ırkından başka hangi tür gerçekleştirebildi?Bilimin elinden tuttuğu eleştirel düşünce ile merak duygusunun kamçıladığı bilgi edinme arzusu işbirliği yaparak yaşam maceramız daha gelişmiş imkanlara kavuştu.Bundan 30 sene öncesinde kullandığımız aletlere bakarak şimdiki zamanla kıyaslama bile yapamaz durumdayız.Peki bundan 30 sene sonra nelere sahip olacağız?

Irkımızın bu denli değişime açık olması sahip olduğu sorunların büyüklüğünü azaltmıyor elbette.Bana kalırsa modernizm karşısında benliğimizi yitirmemiz bu kayıpların en yakıcısı.Doğadan uzaklaştıkça özüne yabancılaşan insanlığımız modern hayatın kurumları karşısında çaresiz kalarak tehlikeli bir tür mutasyon geçiriyor.Çölleşen doğa,kitlesel kıyımlara yol açan savaşlar,adını ancak heceleyebildiğimiz ölümcül hastalıklar,kendinden korkan bir faşizm… bu başkalaşım sürecinin giderek yaygınlaşan meşum işaretleri bana kalırsa.

18. YY.da hızlanan Sanayi Devrimiyle birlikte milliyetçilik hareketlerinin at başı gitmesi tesadüf olmasa gerek. Aynı damardan beslenen teknolojik evrim ve savaşlar birbirlerimize olan düşmanlıkları körükleyerek yaşam maceramızı kana buluyorlar.Sanırım geçen iki yüzyıldan bu yana yaşanan toplumsal değişimin en büyük tetikleyicisi bilimin öncülük ettiği teknolojik gelişmeyle birlikte kitlesel üretimin hız kazanmasıdır.Tüketen pazarlara duyulan ihtiyaç kapitalist ekonominin insan doğasına aykırı saydığımız üretim süreçlerini güçlendirmekten başka bir işe yaramadı.Emeğine yabancı kalan insanlık sürgün halinde geldiği şehirlerde isteyip bir türlü ulaşamadığı hayatı örün ağlarında sanrı biçimde yaşıyor ne yazık ki.

Değişimin ,ben dahil, insanlık lehine olduğunun tartışmasız kabul edildiği bilimsel gelişmeye aşık modernizm döneminden post-modernist döneme geçiş yaptığımızdan bu yana tek kutuplu dünyanın yarattığı baskıcı kültürle iç içeyiz.Sürekli tüketen insanların varlığına ihtiyaç duyan kapitalizm Yeni Dünya Düzeni’ni dev şirketlerin dünyamızı tamamen ele geçirdiği küreselleşme kavramı ile açıklıyor.Kriz ve savaşlarla birlikte değişmeye duyduğu ihtiyaç gün gibi ortaya çıkan kapitalist üretim biçimi pazar kavramına insanı sürece ait olan nesne haline getirerek boyut katmaya ısrarla devam ediyor.

Uyanıkken gördüğümüz kabus haline gelen modern şehir hayatı tek tip insanlık malzemesi yaratma hevesinde.Bu amaçla tüm toplumsal kurumları hiç düşünmeden kullanıyor.Şeyleştirilen insan -Ünsal Hoca’ya Allah rahmet eylesin- doğasını yaşayamadığı için mevcut düzenin çıkarına uygun olduğu fikri bilinç endüstrisi ile benimsetilerek kendi kendinin kurdu haline getiriliyor.

Herkesin kardeş kabul edildiği yeryüzündeki sahte cennetlerden keyifle bekçilik ettiğimiz gerçek cehennemlere adım attığımız günümüz dünyasında ruhumuzu satarak ancak bir ev bir araba sahibi oluyoruz.Uygarlığın insan aklıyla geliştiği düşüncesi insan eliyle yaratılan kurumlarla yerle bir ediliyor yine.Değişime olan inanç yıkılarak kötünün iyisi en iyi seçenek gibi kabul ediliyor.Bilinç endüstrisi sayesinde bilinçaltımıza gömülen zihinsel çapalarla vardığımız sonuç gelişmeye duyulan kör inancı sarsar nitelikte.Değişimin dinamiğini oluşturan insan ihtiyaçlarının karşılanmasının yerini kitlesel üretimin almasıyla yaşam bulan milliyetçilik fikri kapitalizmin son aşaması hali sayılan küreselleşmeyle birlikte nesneye çevrilen insanın yeniden sarıldığı anakronizmdir.

Ülkemizde de olanca hızıyla geliştirilmeye çalışılan ve aynı zamanda Kürt-Türk gerginliğine ya da ilerici-gerici çatışmasına neden olan bu çeşit insan doğasına aykırı üretim biçiminin yarınlar için yeni tehlikelere yol açacağını görmezden gelemeyiz.İnsan aklının evrimiyle alet kullanarak ulaştığımız modern hayat biçimi kendi kurduğumuz kurumlar yüzünden ırkımızın sonunu getirebilir.Yüzüm gülmedikten sonra Iphone benim neyime!

Bilginin Efendisi…

Sabah sabah kargalar daha kahvaltısını yapmadan biraz felsefe yapalım. İsterseniz kendimce kotardığım bazı açıklamaları yaparak konuya başlayayım:İnsan,şeylerin doğası hakkındaki bilgiyi duyu organları aracılığıyla elde etmektedir.Aklın daha geniş anlamda ifadesi olan zihin ise elde ettiği dış dünya verilerini saklayıp koruyan,anlamlandıran melekedir. Özne ile nesne arasındaki ilişkiyi kavramak olarak adlandırabileceğimiz bilgi edinme süreci ile insan aklı düşünerek olgular arasında anlamlı sonuçlara varır.

Burada kulağa basit gelen ama merak ettiğim bir konuyu sizlerle paylaşmak isterim.Soyumuz yaşam macerası boyunca varoluşunu evrim(değişim) kavramı sayesinde koruyorsa zihin dış dünyadan elde ettiği şeylerin bilgisini nasıl güncellemektedir?

Yukarıdaki soruya vereceğim cevap kısaca şöyle:Zihnimizde saklanan bilgiler değişim süreci boyunca ait olduğu dış dünyaya fiil olarak geri döner.Harekete geçmiş düşünce diyebileceğimiz insan eylemi zihne ait şeylerin bilgisini doğada sınayarak yeniden üretir.Dış dünyada fiilen sınanan şeylerin doğası insan aklında anlamlı sonuçlara varmak üzere zihnimizde tekrar yerini almaktadır.Bana kalırsa değişim dinamiğini ya da fikirlerin gelişmesi olgusunu kısacası tüm doğayı kavrama çabasını insanoğlu evreni zihninde yeniden yaratıp ona anlam vererek sağlar. Eylem bu değişim sürecinde akılla el ele vererek tutarlı bir yöne doğru yürümeye çalışır.

İşte bu tür aydınlanma çabasını evreni daha iyi anlamak olarak da görebiliriz.Öznenin kendisine sorduğu,aklında yarattığı sorularla çözüm aradığı ve soylu bir merak duygusunun bu sorulara eşlik ettiği felsefe disiplini bilginin efendisi olma yolunda zihnimizin en büyük yardımcısı sayılabilir.Hatta ve hatta bilimlerin bilimi diyebileceğimiz paradigma koyan düşünbilimdir.

Varlığımızın mümkün kıldığı her şey hakkında bilgi sahibi olma merakı insan doğasının düşünen yanının göstergesi aynı zamanda.Tarih boyunca her şeyden şüphe ederek doğruyu arama çabası insanlığın ortak bilgi havuzunu yukarıda andığım bilgilerle doldurmuştur.Önyargılar,dogmalar ya da kalıplar fikirlerin bu çetin savaşında diyalektiğin karanlık yanını teşkil etmektedirler.Bilginin kara maddesi diyebileceğimiz dogmatik düşünce hayatın özünde varolan,evrilip değişebilen fikirlerin aslında değişmez olduğunu savunarak inancı felsefeye dahil eder.Sadece sezilebilen, soyutlanmış bilgilerle kotarılmış metafizik;felsefi aklın her şeyden şüphelenen yönü karşısında inancın alanına sığınır.Bilinemezcilik düşüncesi dogmatizme karşı sunulan bu tür bir anti tezdir.

Zihnimizin usa vurarak pratiğe çevirip değiştirdiği dış dünya bilgisi varoluşumuzun metafiziğe karşı verdiği düşünsel bir tepki değil mi?Yüzyılların insanlığa bıraktığı miras aklın gerçeğe dayanan soyutlamalarla ayağı yere basan fikirleri yaşama kavuşturmasıyla mümkün olabilmiştir.

İşte felsefe disiplini bilginin efendisi sayılan ulusların ellerinde tuttukları en büyük silah.Üretim süreçlerini sanayi devrimiyle yetkinleştiren batılı uluslar akla önem vermeyen toplumlarla aralarındaki uygarlık farkını giderek açmaktadırlar.Küreselleşmenin getirdiği global köy sanrısı Medeniyetler Çatışması ile hayata geçen Batı-Doğu farklılığını gideremiyor.Günümüz dünyasının gerçeği kısaca şu:Ürettiğin bilgi kadar yaşamdan pay almaktasın…

Yeşil Kuşak Felaketleri…

Afganistan,Hindistan,Çin yakın zamanda seller ve toprak kaymaları yüzünden binlerce insanını kaybetti.Yaralar sarılmaya çalışılırken açlık, salgın hastalıklar,mikroplu içme suları yüzünden daha binlerce insan ölüm tehditi altında yaşıyor.Nüfusunun yaklaşık %10’u seller tarafından etkilenen Pakistan karşı karşıya kaldığı sorunları çözme konusunda ciddi sıkıntı içerisinde.Şu an o diyarlarda çocuklar bir kuru ekmeğe yahut bir damla temiz suya hasretlik çekip günlerini gece karanlığında geçirerek umutla bekliyorlar.Çin’de toprak kaymaları sonucunda etkilenen nüfus 350 milyon.Yanlış okumadınız,350.000.000 kişi felaketlerden bir şekilde etkilenmiş durumda.

Dünya,özellikle Batı ülkeleri, bu sessiz çığlıklara karşı duyarsızlıklarını koruyor.Haiti’de yaşanan depremde yüzlerce yardım kuruluşu ciddi miktarda yardım sağlamışlardı.Aynı hassasiyeti o depreme yakın şiddette felaket yaşayan adı geçen ülkeler için beklememiz gerekmez mi?Daha bir iki gün öncesine kadar Pakistan için gerekli olan yardım miktarının sadece yarısı toplanabilmişti.Ben dahil çoğu insanda genel umursamazlık hissinin tüm insanlığa yayıldığını görüyorum.Bizde yardıma engel olmak için geçerli bahane yok ama zengin ülkelerde Pakistan denince akıllara Taliban gelmekte.

Soğuk Savaş yıllarının Yeşil Kuşak teorisinin meşum bakiyesi sayılan Taliban,Afgan ve Pakistan topraklarında ceberrut bir yönetim yaratıp sosyal hayatı şeriat kurallarına göre biçimlendirmeye çalışıyor.Kuzey Doğu Pakistan-Swat Vadisi’nde geçen sene yaşanan iç savaştan sonra Taliban güçleri Afgan destekli güçlerle işbirliği yaparak sivillere kan kusturmaya devam ediyor.Binlerce insanı evlerinden eden çatışma Pakistan istihbaratının besleyip büyüttüğü Taliban güçlerinin Afganistan’da denetimi sağladıktan sonra yeniden bu devlete sirayet etmeye çalışmalarıyla had safhaya ulaştı.Ne tesadüf,11 Eylül Saldırıları’nı düzenleyen El-Kaide,Taliban yönetimi altında büyümeye imkan bulmuştu. O zamanlar Afganistan’a yapılan ABD saldırısının nedeni sayılan örgüt şu an için yardım kampanyalarının ayak bağı addediliyor.Sovyet işgaline karşı koymak için bu örgütlerin eline kim silah verip uyuşturucu paralarıyla cihat ilanı sağladılar açık değil mi?Elleriyle yaratıkları Dr.Frankestain tarzı sosyal canavarı soslayıp kendi halklarına işgal gerekçesi olarak sunuyorlar.Yardım kampanyaları bile bu propagandadan etkileniyor.

Felaketlerin insanları birleştirici gücüne rağmen Medeniyetler İttifakı kandırmacası ve terörle savaş bahanesi adı altında İslam ve diğer kültürler karşı karşıya getiriliyorlar.ABD’de Ku’ran yakmaktan tutun İsviçre’de minare referandumuna,Gazze’deki Filistinlilere karşı yapılan Holocaust Duvarı’ndan tutun Mavi Marmara’ya kadar… küreselleşmeden bu yana Batı ve İslam hafızası hiç bu denli ikiye bölünmemişti.Yalanların gerçeklerinin yerini aldığı Yeni Dünya Düzeni’nde bizim gibi görünen ama bizden alabildiğine uzak adamlara dikkat etmemiz gerekir bana kalırsa.Bu isimlerin ihanet ettikleri ilk değer kendi inandıkları aynı zamanda.

Yeşil Kuşak Teorisi’nin başarısıyla baştan aşağıya yeniden yaratılan Türk toplumu üzerine düşen ölü toprağı sayesinde mevcut iktidarı bile Yeni Dünya Düzeni’nin Ortadoğu için planlanan Truva atı olarak göremiyor. Savaş gerekçelerini yaratıp kriz bölgelerine müdahale eden ABD ve stratejik ortakları kendilerine en uygun isimleri seçip göreve getiriyorlar oysa.

Torna tezgahından çıkarılmışcasına aynı kafa yapısına sahip insanların yaşadığı topraklarda gerçeği algılayış tarzı hayatın sağlam zemininden kayıp metafiziğe meyledince tesadüfler gerçeği anlamlandırmada normalin yerine görev yapıyor.Anomalinin yaşam tarzı haline gelip artık kanıksanmadığı günümüz dünyasında kendimizi koruma refleksimizi her geçen gün kaybetmekteyiz.Esas felaketse tüm gerçeklere gözümüzü kapatıp sadece deve kuşunun yumurtasına tamah edip durmamız.

Akıl,bilincimizden süzülüp gelen dış dünya uyaranlarını değerlendirerek anlamlı sonuçlara ulaşır.Anomalinin doğal olanın yerine rol almasıyla zihinsel sapmalara uğruyoruz.Faşizm,aşırı milliyetçilik bu zihinsel sapmaların tezahürü.Tüm gelişmelerin arka planında ise sosyo-ekonomik düzen yatıyor.Bağnazlığımızın nedeni hem özgürlüğümüzün,hem umudumuzun,hem de çalışma koşullarımızın insanlık dışı koşullarda şekillendirilmesidir.Ekonomik krizlerin yarattığı yaşam koşulları savaşları sürdürerek içinde yaşadığı toplumların nefes almasına engel olan yönetimlere en uygun beşeri malzemeyi sağlıyor.Bu malzeme,açlığa meftun sokaktaki insandır.

Karışan kafalar düşünmekten iyice uzaklaşarak suçlu ararlar.Suçlu ise kendisinden olmayandır.Hoşgörüsüzlükten bağnazlığa ulaşan bu yolda ekonomik krizler insanlık krizlerine altyapı sağlar.Benden söylemesi…

Felsefenin Faydaları…

Felsefe ne işe yarar?Doğru ve sistemli düşünmenin yollarını gösteren disiplin olduğu açıklaması tartışmanın sözlük anlamını içeriyor.Böylesi bir tanım düşünce biliminin sonsuz ufukları karşısında yetersiz kalmaz mı?Kişisel ya da toplumsal aydınlanmanın doğru düşünce yöntemleri sayesinde ayakları sağlam temellere basan bir değişim süreci olduğu konu hakkında fikir sahibi olan herkes tarafından sanırım kabul edilir.Ama konuyu sadece doğru düşünme yöntemleri ile kısıtlamak insan aklının yaratıcılığını mantığın kupkuru düzlemine oturtmaya çalışmakla eşdeğer. Düşünbilim,yaşam boyunca karşı karşıya kaldığımız sorunları çözmemizde, merakımızı cezbeden konuları araştırmamızda ya da doğru soruları öncelikle kendimize sordurarak elimizdeki alternatifleri sıralamamızda işe yarayan en önemli bilimsel disiplindir.

Özünde iki ana damarın beslediği engin bir ırmak felsefe:İdealizm ve Materyalizm düşünce ilminin ana damarları.Bir çok yan dalın bu disiplinde var olması varlık,bilgi,insan,evren,adalet,sanat,din,dil… düşünebileceğiniz hemen her alanda sorular sorup bu konularda bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle gerçeği arayan insanlığın ortak akıl havuzunun bulunduğunun göstergesi.Gerçeği öğrenme sevdasının bilgiye susuz dimağlarda kopardığı fırtına atalarımızın tarih boyunca yaşadığı maceranın bizlere bıraktığı merakın ürünü aynı zamanda.

Peki ülkemizde inanmak düşünmekten neden önce geliyor?Olguları salt varoldukları halde değerlendirmekten öte neden kişisel fikir kırılmalarından medet ummaya çalışıyoruz?Gerçeklerin bizleri korkutması doğru düşünme yöntemlerinin önündeki en önemli engellerden birisi değil mi?

Soru sormanın sevilmediği bir düşünce ikliminde yaşadığımız gerçeğiyle karşı karşıyayız ne yazık ki.Anadilimizi doğru düzgün konuşamadığımız gibi doğru düşünme biçimlerinden de bihaberiz.Üstelik okumuş yazmış takımı halkın düşünce zenginliğinden daha geri fikri altyapıya sahip.Düşünsel çoraklığın bu denli yaygınlaşması özgür iradenin körü körüne itaatten doğan bedevi zihniyetine kurban edilmesinden kaynaklanıyor.Salt batı hayranı addedilebileceğimiz aydınlar sınıfının halktan uzak yaşam tarzı fikri ufukları din ya da töre diyebileceğimiz katı hayat tarzının kalıpları arasında sınırlı kalmış insani hamuru yaratmıştır.

Mürekkep yalamışlar olarak halka ne verdik,ne istiyoruz?Kiler torbalarına tenezzül eden,bedava kömüre meftun,iftar çadırlarında karınlarını doyurmaya meraklı,çalışıp üretmekten umudunu kesip köşeyi dönmenin yollarını arayan ve paraya tapan bir toplumda değer yargılarının yozlaşması sosyo-ekonomik bunalımın toplumsal düzeyden çıkıp artık bir insanlık dramı düzeyine ulaştığını görmek isteyen gözlere gösteriyor. Aydınlar bu acı çelişkinin temel sebeplerindendir.Aynı zamanda yozlaşmanın genele yayılmasından etkilenen entellektüel sınıf çürümenin etkilerini kendilerinde görmekten dolayı dehşet derecede şaşırmaktadırlar.
Özeleştiriden bu kadar yoksun aydınlar yaratıcı düşünce yeteneklerini yitirdikçe ait oldukları toplumun değersiz(lik) yargılarını içselleştirip farklı kalmaktan ziyade aidiyet hissettikleri sürünün parçası olma zihniyetine biat edeceklerdir.İşte felsefenin sefaleti bu topraklarda böylesi acımasız sonuçları doğurmaktadır.

Kendi gibi görünmekten utanan okumuş yazmış takımı ile bir düşüncenin esiri sayılan halkımız.Dinleme özürlü kulakların dürüstçe birbirlerini ve kendilerini eleştirebileceğine inanmıyorum.Herkesin haklı olduğunu iddia ettiği günümüz toplumunda haksızlık sadece sesi çıkmayanlara yapışan uğursuz yaftadır sanırım. Yaşanan kirliliğin kollektif biçimde yapılmış bilinçli bir tercih sayılabileceğini kabul edersek felsefenin bizlere neden bu kadar uzak kaldığı anlaşılır hale geliyor.

Düşünbilim insanın varlığı,doğası,bilgisi,inançları konusunda sorular sordurup hayata dair insani bakışı merak duygusuyla kararak bir üst düzeye çıkarır.Başkalarının düşüncelerine saygı duymayı öz varlığına duyduğu saygıdan türeten bireylerin beyinleri olgun fikirlerle beslenmiş özgür iradeli insanlardan müteşekkil bir toplum yaratmakta büyük işleve sahip.Okuyan,dinleyip anlamaya çalışan,merak edip araştıran ve araştırdığı konuları sistemli biçimde eleştiren insanlara sahip ülkelerin geleceğin dünyasını şimdiden yarattıkları gerçek.Peki,biz bu konuda hangi seviyedeyiz?Korkuların yarattığı hapishanelerde gönüllü sürgün olmayı kabul eden halkımızın çaresizliği din adı verilen töre kurallarıyla daha güçlenmemiş midir?Herkesin kendisini taraf hissettiği bir ülkede toplumsal mutabakatın gitgide zayıflaması düşünce ve eleştirme gücümüzü yitirdiğimiz anlamına gelmiyor mu?Bu konular üzerinde biraz daha düşünmek ümidiyle.

Bireysel Terör Ülkesi…

İşsizlik ve ekonomik sıkıntı gitgide artarak sosyal bunalım halini almakta.İnsanlararası ilişkilerin sadece maddiyatla ölçülmesi şaşkınlığı toplumun değer yargılarını alt üst eden ekonomik kriz ile el ele verince ortaya bu cinnet ve terör tablosunun çıkması şaşırtıcı olmuyor.Bireysel terörün suça teşne olan insanlar tarafından topluma yayılması domuz gribinin bulaşması kadar hızlı ve ölümcül bir hal alıyor.Buralarda durum iç karartıcı olsa bile dışarıda daha iyi değil.Özüne yabancılaşma yaşayan,doğadan kopartılmış insanoğlunun yaşam kavgası tezat biçimde kan dökerek savaşın vahşi rengine bürünüyor. Bu sayede yarının belirsizliğini koruması güvensizlik duygusunu besleyerek korkularımızı hayatımızda hakim kılmıştır.Hastalıkların, kirletilmiş doğanın, maddiyatlaşmanın aracın amaç olması tezatlığını yaratması insani yoksunluğumuza maddi yoksullukla katkıda bulunuyor.

Yani insan malzemesinin kendi toprağından ayrılması gerçeği özünden yaban kalan biçare bireylere kalabalıklar arasında yalnız olma ayrıkotluğunu usul usul yedirmekte.Bu uzlet duygusu iç yakıcı bir duygudur.Ki çoğu kişi bu durumdan kendini uzak tutmak için saplantılarına,uyuşturucu tutkunluklarına,yoldan çıkmışlıklara sarılır.Sadece acı veren gerçeği azaltmak içindir yapılanlar.Acıdan hazza varmak aymazlığına arabesk toplumun basamaklarından geçerek ulaşmak,artık hayatın nesnesi olmuş bireyi ölümün öznesi kılmıştır. Yaşamak acı veren bir duygu haline geldikçe ölüm kutsanır.İnsana dair ne varsa reddedilir bu süreçte.İçi boş ve kavrulmuş bu malzeme ile toplumun terörize edilmesi kolaylaştırılmıştır.Bu başarıda payı olan herkese çok teessüf ederim.

Hayatın özlü gerçeği doğada yatmaktadır.Bireysel terörün bu kadar azgınlaşması doğadan bağı kopartılmış insanın çaresizliği değil midir?Suçun sabit olduğu ama kimin haklı kimin haksız olduğu bilinemeyen bu toplum kurgusu kapitalizmin özene bezene yarattığı homo economicus gen biliminin iflas etmesi anlamına geliyor.Mutlu değiliz,zengin değiliz,huzurlu değiliz…Peki insan ne için yaşar?Dünya üzerinde adım atarken hayatın anlamını aramak olanca ağırlığıyla tahakkuk eden lüks tüketim vergisi midir?

Son söz:Bu yazıyı atmayın, lütfen ihtiyacı olan birisine verin…