Sol Siyaset Çökerken…

Tarih boyunca piyasa ekonomisinin dayandığı temel argüman özel mülkiyet kavramı olageldi.Kişi özgürlüğünün sınırsızlığını savunan liberal düşünürler;”Bırakınız yapsınlar,bırakınız geçsinler!” felsefesinin insanları sınırsız ölçüde hürriyet sahibi kıldığını savundu.Onlara bakılırsa birey, varlığını mutlak biçimde koruma ve geliştirme;kaliteli yaşam koşullarını gerçekleştirme yollarını ancak ve ancak özel mülkiyetin korunduğu serbest piyasa düzeninde sağlayabilirdi.Teşebbüs özgürlüğü piyasa ekonomisinin olmazsa olmaz koşulu oldu.Pazarda dengeyi kurduğuna inanılan o çok meşhur gizli elin varlığı müteşebbisin serbest iradesine dayandırıldı.

Yaklaşık 350 senelik kapitalizm tecrübesi bizlere temel hak ve özgürlüklerin sadece bir avuç insana mahsus ayrıcalıklar olduğunu gösterdi.Küreselleşme:Kar etme güdüsüyle hareket eden politik hayvanın ekonomik canavara dönüştüğünün somut göstergesi sayılabilir.Sosyalizmin insanlık tarihinde yola çıkış macerası ise daha adil bir topluma ulaşma çabasının karşılığıdır.Emek kesimi pastadan diğer üretim faktörlerine nazaran daha fazla pay almalı, gerekirse devrim yoluyla düzen değiştirilmelidir.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana liberaller sol ekonomik düşünceyi tarih tarafından geçersizliği bizzat ispat edilmiş tez biçiminde dünya kamuoyuna sundu.Aslında serbest ekonomik düzen adaletsizliği arşa vardırdığı sürece sosyalizm hep umut olarak kalacak idi.Dini ve etnik savaşların perde arkasında sol siyasetin yoksunluğundan kaynaklı insan hakları ihlalleri yatıyordu.

Ülkemize gelirsek şimdiye kadar yönetimde bulunan sağ partiler sınırsız liberalliklerini muhafazakar sloganlarla gizlemeyi başardı.Eşraf-Ağa-Şeyh-Siyasetçi ekseninden devşirilen yönetici kesim toplumun adaletsiz dokusunu din soslu icraatlarla daha beter bozdu.Geçmişten günümüze miras edinilen ekonomik yapı ise yüzyıllardır süregelen toprak eksenli bölüşüm kavgasının sonucu olmuştu.Fransız Devrimi’nden itibaren güç kazanan kapitalizm sahip olduğu sınırsız kaynaklar nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu’na gözünü dikmeye başladı.Batılılara göre geri kalmış imparatorluk direnecek güce sahip değildi.Bu siyaset 1800’lerin başlarından itibaren serbest piyasa sistemine geçişi sağladı.Liberal ekonomi politikaları,emperyalizm ve işbirlikçilik elele vererek yaklaşık bir asır içerisinde Devlet-i Osmaniyeyi yıktı geçti.Büyük toprak kayıplarından sonra milli devlet kurulabildi.

Kapitalizm;küreselleşme aşamasına gelinceye değin iki dünya savaşı,Soğuk Savaş ara dönemi ve şimdilerde milyonlarca insanın ölümüne neden olan Büyük Ortadoğu Projesi’ni yarattı.Soğuk Savaş döneminin Türkiye’ye yansıması ise sağ siyasetin devlet toprağında gübrelenmesine yaradı.Dünya’da solun gerilemesi topraklarımızda sınıflararası dengenin değişmesine yol açtığı söylenebilir.24 Ocak Kararları’nın ardından 12 Eylül Askeri Darbesi tesadüf değildi.Yeni Dünya Düzeni ülkemize yeşil rengin değişik tonlarını liberalizm eşliğinde sunuyordu.

Sanayileşmenin en belirgin göstergesi sayılan hızlı nüfus artışı ve köyden kente göç süreci taşra değerlerini kent ortamına taşıdı.Kentleşmeyle beraber gelişen yabancılaşma ve gelir dağılımı bozukluğu solun bir süreliğine sahneden çekilmesiyle birlikte sağ partilere paha biçilmez insan kaynağı yarattı. Pusulasız kalan kırsal kesim insanı devlet destekli milliyetçi, dinci yahut muhafazakar partilere mahkum edildi.Eşraf-ağa-şeyh şeytan üçgeni bünyelerinden devşirdikleri politikacıları seçmenlere kurtarıcı biçiminde sunuyor bu aşamada “Adil Düzen” gibi palavralar halkı sermayeye daha fazla bağımlı kılıyordu. Düzen değişikliği adı altında gerçekleştirilenler vatandaşı bankalara daha fazla borçlandırmaktan başka bir işe yaramadı.Krizler borçların ödenmesi için fakirlerden zenginlere kaynak transferinin en kolay yolu oldu.Devlet batan kamu kurum ve özel banka borçlarını halka tahvil ettiğinden beri fakirlik iyiden iyiye artıyordu.Muhafazakarlaşan orta sınıf yoksulluk şartlarına ram olurken AKP öncesinde 10 senelik periyotlar halinde gerçekleşen ekonomik çalkantılar arasındaki süre 7 seneye indi.Liberalizm olgusu şehirde yaşayan taşra kökenli insanları yoz muhafazakarlar haline getirirken İslami kapitalizm serbest para politikaları sayesinde ianeye muhtaç edilen kesimleri yarattı.Blok oylar yardımıyla azınlığın istekleri çoğunluğa kolaylıkla dayatılabildi.Borç ödeyerek parasız kalmaktan kaynaklanan yüksek basınç gündeme yeni mali kriz ortamını ve Kemal Derviş ismini yeniden getirdi.Yoksa kişibaşına milli geliri 10.000 doları geçen güçlü ekonomide emekliye 100 TL zam yapılması heyecan kasırgası estirmezdi.

Liberalizm Avrupa’da burjuva sınıfının yarattığı siyasi düşüncedir.Var olduğu ekonomik koşullardan bağımsız değendirilemez.Bu felsefe güçlenirken Orta Çağ’dan Yeni Çağa geçiş ve toplumsal aydınlanma ile can bulan kapitalizm sürecinin yol haritası oldu.Rönesans hareketi ve dinde yapılan reformlar yardımıyla gürbüzleşti.Ticaret yollarını ele geçirip sömürge sahibi olarak parasını çoğalttı.Kıta Avrupa ekonomileri;Sanayi Devrimi’ni,kitlesel üretimi ve işçi sınıfını bu sayede mevcut kılabildi. Sosyalizm ise ekonomik altyapıda kapitalizmin vardığı yeni aşamanın adı idi.

Yaşadığımız topraklarda 200 yıldır devlet eliyle kapitalist yetiştirme gayretlerinin kaçınılmaz sonucu ise sermaye birikiminin sınırlı miktarda kalması gerçeğidir.Aynı süreçte kamu ihaleleri yoluyla yapılan kaynak transferi gelir dağılımını iyice bozdu.Bu sebeple tasarruf düzeyi gitgide düşüyor; yüksek borçluluk oranı ise yaşanabilir geliri azaltıyordu.Geliri azalan kesimler muhafazakar olup zenginlere benzer biçimde devlet baba vasıtasıyla geçinmenin yollarını arıyorlardı.Bizde tanık olunan gelişmeler sol siyasetin yokluğunda devlet eliyle kotarılan yozlaşmanın dayanılmaz ağırlığını taşıyor. Orta sınıf yok olurken yumuşak sesli liberallerimiz nereye kayboldular?

Değişime Direnen Kimler?

Sol siyasetin Türkiye topraklarındaki hali ortada.Söz konusu CHP ise sosyal demokrasinin mevcut durumu partide yaşanan çekişmelerde somutlaşıyor.Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından parti tüzük değişikliğinin uygulanması isteği Genel Başkan ile Gölge Başkan arasında gizliden gizliye süren kavgayı gün yüzüne çıkardı. Deniz Baykal’ın parti liderliğinden bertaraf edilmesiyle örgütü iyice avucunun içine aldığını zanneden Önder Sav,taze başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun tecrübesizliğinden faydalanarak muhalefet yorgunu CHP’yi iktidara taşıyamayan yapıya devam edeceğini düşünmüş olsa gerek.Referandum sonuçlarına bakıldığında kampanya boyunca tek başına nispeten iyi sınav vermiş bulunan Kılıçdaroğlu ve ekibi örgüte hakim olamadan hayati konularda hiçbir zaman kalıcı adımlar atamayacaklarını anlamışlardır sanırım.Kavganın galibi gibi gözüken Kılıçdaroğlu,Genel Sekreterliğe Süheyl Batum’u;Örgütten Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı’na ise Gürsel Tekin’i getirdi.Kaybeden tarafta bulunan Önder Sav taraftarları ise kurultaya gitme isteklerini her fırsatta dile getiriyorlar.Gelişmelere bakılırsa bu işin arkasında Deniz Baykal’ın parmağı var.Tüzük değişikliği “Brütüslük”le suçladığı Sav’ı gölge başkanlıktan uzaklaştırmak için kullandığı ustaca bir hamle halini aldı.Kapalı kapılar ardında ve halktan uzak yapılan siyaset anlayışının gelip dayandığı son noktaysa yukarıda ana hatlarını anlattığım şimdilik suya tirit değişiklikler oldu.

Tartışmaların odak noktasında yer alan konu solun kitlelerin taleplerine yıllardır cevap verememesi bana kalırsa.Adil gelir dağılımına,özgürlüklere,iş hayatındaki olumsuz koşullara bakılırsa sosyal demokrasi tek geçilmesi gereken düşünce ama Türkiye’de somut durum düşünülenin tam tersi sonuçları yaratıyor.Yoksulluk artıp orta sınıf zayıfladıkça muhafazakarlık toplum genelinde yeni mevziler kazanıyor.Tek kişinin bir milyar dolarlık nakit paraya sahip bulunması kimseyi rahatsız etmiyor.Üretim düzeninin sermayedar kesime büyük imkanlar sağlaması karşılığında çalışan insanların günlük geçim kaygıları mevcut durumun güçlenerek devam etmesine yarıyor.Son 60 senede merkez sağ toplumun ekonomik çıkarlarını değişik oranda karşılayıp Türk işi Peronist politikalarla büyüme,istihdam,kalkınma gibi konularda önemli adımlar attı.Demokrasinin üste itaatle yürütüldüğü siyaset oyunu askeri darbelere rağmen sağ partilerin kalıcı başarılarıyla sonuçlandı.Sol düşüncenin yukarıda andığım gelişmeler karşısında tek liman olarak sığındığı devlete meyyal çaresiz çırpınışları boşa sonuç verdi.Eleştiri yapmanın ciddi altyapı gerektirdiği günümüz dünyasında harekete geçmeyen düşünceler somut olgulardan mürekkep duvarlara çarpıp dağılıyorlar.Üstelik görünen gerçekleri kabul etmeyip halkı cahil yerine koymakla kendimizi de kandırdığımız ortada.

Sınıf bilincinin iyi çizilmiş sınırları yerine kulluk bilincini sağlamlaştıran ekonomik düzen ranttan yana,verimliliğe karşı,rasyonel akıldan yoksun politikalarla sağ siyaseti güçlendiriyor.Sol düşünce bu duruma alternatif yaratamadıkça milliyetçi-muhafazakar çeper kendi toplum modelini başarıyla vizyona koyacak.Zamanında belki faydalı sonuçlar veren ama günümüzde artık terk edilmesi gereken dogmalar solun halka ulaşmasında en büyük engeli teşkil ederken bilimsellikten yoksun,akla aykırı yaklaşımlarla insanları değişime inandıramazsınız.Değişim için değişmeyi önerenlerin değişmeleri beklenir.Eğer CHP’nin değişmesini istiyorsak destekleyicileri olarak öncelikle bizlerin olumlu yönde adım atması gerekir.Tabandan gelen güçlü talep yenilenmiş düşünceyi böylelikle iktidar alternatifi yapar.Muhalefeti adam gibi yerine getiremeyenlerin iktidarda ne gibi eserler bıraktıkları herkesin malumu.

Yoksullukla,yolsuzlukla,Gülen Cemaati ve tarikatlarla -AKP ile doğal iktidar ortakları- mücadele etmek halktan beri duran Cumhuriyet’in banisi Halk Partisi’nin öncelikleri arasında yer almıyor olsa gerek.Peki ya bizlerin?Genelimizde hakim olan “Gelen ağamsa giden paşam” düşüncesinin kurultay meftunu sevgilimizle uyum içinde bulunması halkın menfaatine aykırı düşünceleri iktidarda tutuyor.Fark yaratmak için farkınız olması gerekir. Devletin partisi olmaktan kurtularak halkın partisi olmaya adaylık hepimizden ciddi dönüşüm istiyor.Hayatın diyalektiğini anlayamayanların tarihin çöp sepetinde yer almaları gerçeği karşısında CHP’nin herhangi bir ayrıcalığı yok.Zaten yaşananlar ortada.Yerel yönetimleri ele geçirmeden merkezi iktidara ortaklık kazanmak “Pirus Zaferi”nden başka bir anlama gelmiyor.”İnadına sol,inadına CHP” demek takım tutmak gibi parti tutma fikrini gözden geçirme yeniliğini getirip önümüze koyuyor.Halk Fırkası’ndan önce bizim değişmemiz gerekmez mi?

Kimlik Üzerinden Siyaset…

Hemen hemen son sekiz senedir Türkiye’de ağırlıklı biçimde kimlik tartışmaları üzerinden siyaset yapılıyor. Avrupa Birliği’ne tam üye olma ve uyum süreci ile alakalı diyebileceğimiz bu durumu iktidar partisinin pek sevdiği de ortada.Kendilerini yaşadıkları toplumun “zencileri” sıfatıyla değerlendiren politik anlayış-krizlerle yelken alan küreselleşme olgusunun milli devletleri parçalayıp dev şirketlerin boyunduruğu altına sokmaya çalıştığı döneme tam karşılık geldiği gibi- tartışmalara hevesle katılıyor.Şehirlere göçle başlayan ve yaklaşık 60 seneden bu yana çevrenin merkezi kuşattığı ve Kemalist bürokratik ideolojik çekirdeği tehdit eden yeni dalga,Türk sosyal hayatında bireyleri var eden kimlikleri sürekli gündeme getirirken konuyu azami özenle dillendirmek gerekir bana kalırsa.Şehirleşme,orta sınıfın güçlenmesi,burjuva kesiminin emek karşısında sınıf bilinci edinmesi gibi konular geri planda bırakılırken Laiklik,Türban sorunu,Cumhuriyet resepsiyonuna CHP liderinin katılıp katılmaması gibi biçimsel tartışma konularının öne çıkarılması tarih boyunca çözemediği önemli problemler karşısında şaşırıp hemen kılıca sarılan atalarımızın entellektüel refleks tembelliğiyle eş değer.

Örtük faşizmin kimlik talepleriyle demokratik yollardan iktidara geldiği savı yanlış olmasa gerek.Türbanlı genç kızların tekstil sektöründe sigortasız çalıştırıldığı,işsiz milyonların sokakları arşınladığı ama Mark Mobius ya da George Soros gibi spekülatörlerin halkın ürettiği değerleri tek cümle sarfederek İMKB’de yok etmesi gibi ekonomik bazlı güncel olaylar kendi merdivenaltı muhalefetini yaratıyor.Yaşananlar bana geçmişte 1838 tarihli Türk-İngiliz Serbest Ticaret Anlaşması’nı hatırlatıyor.Ardından Tanzimat Fermanı,Islahat Fermanı,I. ve II. Meşrutiyet İlanları ve Dünya Savaşı…1938’de ise Atatürk ölmüştü.Arada geçen yüz sene zarfında Osmanlı Devleti’nde kimlik talepleri isyanları beraberinde getirmiş,-geri kalmış üretim yapısından yaşam bulan arkaik kurumlarla el ele veren- yabancı güçlerin istilasına karşı yapılan savaşların ardından modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu.

Yakın tarihimiz de dahil olmak üzere toplum genelinde yüzyıllardır egemenlik kuran aşiret ekonomisinden edindiğimiz zihni kalıplarla günlük hayatı ve geleceği değerlendirmemiz Türk modernleşme projesine optik yanılsama ile bakmamızı beraberinde getiriyor.Devlet kurmaktan önce ordu kurmayı şiar edinmiş bir halkın göçebelikten kaynaklanan alışkanlıklarını türlü çeşitli bahanelerle kimlik algıları olarak göstermek konuya dar açıdan bakmakla eş değer.Etnik çeşitliliğin mecburi olduğu,yıkılan imparatorlukların bakiyelerinin evrim geçirerek yeni devletler halinde yaşama kavuştuğu Anadolu topraklarında son 700 senede İslamın birleştirici ve standart hale sokan anlayışı Türk kimliğini en az Kürtler ya da Ermeni,Rum,Yahudi kimlikleri kadar azınlık durumuna sokmuştur.Bu durumun sebebini ise devletin tüm üretim araçlarına sahiplenerek sadece mütegaliplere toprak bağışlaması karşılığında asker edinmek istemesiyle kısmen açıklanabilir.Fütuhhatın yavaşlamasıyla vergi gelirlerini yitiren,ticaret yollarına ulaşmakta geri kalan,teknolojik devrimleri ısrarla geriden takip eden Osmanlının milliyetçilik hareketleriyle karşı karşıya kaldığında sudan çıkmış balık haline gelmesi devletimizin Kürt Sorunu ile demokratikleşme talepleri karşısındaki aktif eylemsizliğine benziyor.

I. ve II. Meşrutiyet ilanları;birincisi 1854-1856 yapılan Kırım Savaşı’yla hayat bulan; diğeri ise hemen Balkan Savaşı’ndan önce gündeme gelen özgürlük taleplerinin şeklen karşılanması değil mi?Tüm bunlar devrimlerin altüst eden karmaşasına dönüşmeden önce evrimin sakin adımlarına benzemek isteyen içeriden kaynaklandığı kadar dışarıdan da destek alan değişim talepleriydi bana kalırsa.

Sırasıyla değinmek gerekirse 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin hemen öncesinde gerçekleştirilen savaş sebebiyle ara verilen meşruti macera 1908’de Makedonya başta olmak üzere Balkanlarda başlayan isyanlarla yeniden Meclis-i Mebusan’da halkın temsilcilerinin seçilerek göreve getirilmesi yeniliğini getirmesi yüzyıllardır tek otorite olan Padişah ve saltanat yakınları karşısında seçilmişlerin iktidarını Cumhuriyet’in çok partili hayatına kadim ama zayıf bir siyasi miras olarak bırakmıştır.Son 60 senede lider partilerinin kitle partilerine nazaran halktan bu denli güçlü destek alması pederşahi yönetim anlayışının temsili düzeyde yaşam şansı bulmasının göstergesi bana kalırsa. Muhafazakarlık ise dini hayatın eşraf-ağa-asker kesiminde rituellerden öte yaşam biçimi haline gelmesine yol açan ekonomik ve kültürel işgallere karşı gelişen tepkiydi.Yapılan her yeniliğe dine aykırı diyen gericilere karşı bizlerin her değişikliği laikliğe ya da cumhuriyete aykırı diye karşılamamıza benzeyen bir tepkisellik içeriyordu. Böylesi refleksler karşısında alınan ilk tedbir yöneticilerin orduyu kullanarak toplumsal muhalefeti susturmasını getirmiştir.Genelkurmay’ın ağırlığı Mustafa Kemal’den önce de vardı topraklarımızda.Üstelik etnik ve dini kimlikleri yeri geldiğinde tedip ve tenkil ederek bertaraf etmesi ile ete kemiğe bürünmüştü.İstediklerine karşılık baskı cevabını alan halkın silahla kıvam bulan duruma karşı cevabı ise kimliklerine sarılarak muhafazakarlaşmasını doğurdu.

Osmanlı’nın en uzun yüzyılında Sened-i İttifak,Türk-İngiliz Serbest Ticaret Anlaşması ya da Tanzimat Fermanı gibi geri kalmışlıktan türeyen,Batı Dünyası’nın iştahla desteklediği zorlama çabalar rasyonel düşünceye ulaşmamızda yaklaşık 500 senelik kaybımızı gidermeye merhem olamamıştır.Yaklaşık üç asırdır az gelişmişlikten büyüyen sorunlarımızı üretim ilişkilerinden soyutlayarak ya da ekonominin temellendirdiği sosyal hayattan uzak tutmak istemekle kendimizi kandırdığımız ortada.

Mevcut kutuplaşma ortamında Türklük,Kürtlük,Alevilik,Sünnilik… olarak sürüp giden ve kendimizi algılamamıza, tanımamıza,çevremizle olan ilişkilerimizde kişiliğimizi anlamlandırmamıza yarayan değerler demetini içeriğini boşaltarak değerlendirmek yanılgısına düşüyoruz.Toplumsal taleplerin devlet tarafından arz edilen özgürlük çeperine artık sığmak istememesi başta Kürt Sorunu olmak üzere temel problemlerimize çözüm sunma aşamasında sonuçsuz kalınmasına neden oluyor.Milli devlet biçiminde tasarlanan Türk Cumhuriyeti’ni yönetenlerin halkı ile karşı karşıya kaldığı netameli durumlarda siyasetle değil de savaş ve askeri vasıtalarıyla çözüm arama kolaycılığına düştüğünden beri toplumsal mühendislik zihniyeti şahikasına ulaşmıştır.

Dünden miras aldığımız kavramları yaşadığımız günkü anlayışla değerlendirmeye çalışırken elimizdeki veri ve olgularla hareket ediyoruz.Bunda yanlış bir durum yok,ama tarihin dün olduğu gibi şimdiki zamanda da iktidara sahip kişilerce yazıldığını kabul ettiğimizde halen bazı konulara gereğinden fazla önem verildiğini öne sürebiliriz. Yukarıda andığım sebeplerden ötürü herkesin kişisel düşüncelerini ötekine dayatmaya çalıştığı zihniyet ikliminde dogmalara varmak çözümlere ulaşmaktan daha kolay hale getiriliyor.

Tecrübeyle sabittir:Karşıtlarının çatışmasından beslenmeyen fikir dizileri kolaylıkla çürümeye mahkum hale dönüşmekteler.Endişeli laikler kadar bu ülkede cemaatlere mensup,tarikatların baskısı altında yaşamak zorunda kalan milyonlarca insan var.Onların daha iyi bir yaşamdan ziyade sahibinin sesi olarak biraz da zorlamayla dini ya da etnik meselelerini sürekli dile getirmeleri ben ve benim gibi yıllardır merkezde kalmış Cumhuriyet fikrine aşıkların çevreye (dindar veya Azınlık kitlelere) ulaşmadaki başarısızlığımız biçiminde açıklanabilir.Şimdi onlar merkez olmak istiyorsa bunda şaşıracak durum yok.Sınıf bilincinin cılız kaldığı buna benzer ekonomik koşullarda halkın ilk sarıldığı değerler etnik-dini bazlı yaşam talepleri oluyor.

Ekonominin değişim dönemlerinde geçim imkanının azalması benzer sonuçları yaratıyor.Yıllarca enflasyondan para kazanmaya alışmış nakit Türkiye’sinden kredi kartlarına ve bankalara borçlu halk yaratmak için krizler bahane edilmiştir.Kapitalizmin ulaştığı küreselleşme düzeyi üniter ve milli devletlerin parçalanmasını hedeflerken yeni pazarlara ulaşma konusunda devletleri,ideoloji ve dinleri engel olarak ekonomik yönetim modeli ülke sınırlarını muğlaklaştırıp kimlik tartışmaları yaratarak bireyler arasındaki uçurumları genişletiyor.Mikro savaşlar çağının başat değeri olarak kabul edilen paraya tahvil edilebilen inanç sistemleri yaşama şansı bulduğu sürece sınıflararası farklılaşmalarımız artacak.

TV reklamlarında Ali Ağaoğlu ve Sinan Çetin’in gevrek gevrek anlattığı “10.000 Peşin Daire Senin” kampanyasına benzer biçimde mutasyona uğramış neo-ağaların toplumun genelini kredi kullanımı için kışkırtarak elinde avucundakileri kendilerine teslim etmeye ikna etmelerinin ardından onları sürekli borçlu kılmakla ulaşmak istedikleri Türkiye manzarası yıllar önce kara kalemle çizilmiş üzerinde haki renkleri taşıyan kusursuz bir istismarlık anıtıdır.Tüm bunlar ise çağları aşıp gelen fakirlik rezilliğinden yol alıp yürür.

Muhafazakarlığa,kimlik taleplerine ve gündemi boş yere işgal eden tartışmalara bakarak gerçek tartışmayı insanların kendini ait hissettiği sınıfın hangisi olduğu konusunda yaşadığı kafa karışıklığı diye niteleyebiliriz.Bana kalırsa vatandaşlıktan birey olmaya evrilmeye çalışan modernleşme maceramız vatandaşlarını yeniden kendisini kul hissetmesine devşirmek isteyen güçlerle başlangıç noktasından ters yöne doğru hareket eden modernleşme projesi halini almaya başladı.Tünelin sonunda ne görülüyor hala net değil.

Templeton Fonu ve Vodafone…

Templeton Fonu Başkanı Mark Mobius Türkiye’ye ayırdıkları 1 milyar dolarlık portföy yatırımlarına ek olarak 250 milyon $ yatırım yapacaklarını söylüyor.Akbank ile kurdukları BRIC fonuna 4 yeni fon daha eklemeyi düşünen küresel yatırımcı her ülkede siyasi sıkıntıların yaşandığını tüm bunların zamanla aşılacağını belirtmiş.Yukarıdaki örnek milyar dolarlık şirketlerin küresel kriz yüzünden uğradıkları zararları gelişmekte olan pazarlardan çıkarmak istemelerinin doğal sonucu bana kalırsa.Para sağlam yerlere demir atar ta ki fırtına gelip kapıya dayanıncaya kadar.

Aynı tarihlerde ülkemizde bulunan Vodafone yöneticileri de Türk ekonomisine duydukları güveni haberlere kadar yansıtarak buralardan ayrılmayacaklarını söylemişler.10 milyar TL yatırım yaptıklarını anlatan Başkan Sir Bond(!) 8 milyarlık vergi geliri yarattıklarını hatırlatmış.

Bizden haberlerle yazımıza devam edersek Rixos otellerinin sahibi Fettah Tamince’nin Bodrum çevresindeki üç koyda yapılacak yatırımdaki yeni ortağı Burak Başlılar adındaki Türk müteahhit.En az 3 oteli içerecek yatırım devasa büyüklükte bir alana inşa edilecek.Bu arada kamudaki tek yatırımcı müteahhit TOKİ; Emlak GYO’yu halka arz etmeye hazırlanıyor. Buradan gelecek kaynakla konut arzını arttırmayı planlıyorlar.

Art arda paylaştığım haberlerden çıkan ana fikir bence şöyle:Yurtiçi ve yurtdışında büyük sermaye sahipleri doğal olarak karlarını en fazla arttıracakları -Türkiye gibi- ülkelerle verimli sektörlere açılıyorlar.Burada yeni olan konu ise şu:2008-2009 yıllarındaki küçülmeden sonra gelecek yıllarda bu topraklarda sürekli ekonomik büyüme yaşanacağını hesabındalar.Oysa Citigroup Baş Ekonomisti Willem Buiter Türk ekonomisinin deposunu harcadığını gelişmenin kesintiye uğrayabileceğini belirtiyor.Bu kadar yatırım yanında küçülmeden bahsetmek biraz işgüzarlık ama elin adamının ağzı torba değil ki büzesin.

İlk iki çeyrekte yaşanan %11 oranındaki büyüme 2009 yılındaki küçülmeden dolayı baz etkisinden güç aldı.Mevsimsel etkilerden arındırılmış büyümenin Nisan-Haziran döneminde %3,7 olması herkesi bu temponun devam edeceğine şartlandırmış olabilir.Sıcak parayla dönen sistemin sabit yatırımlara duyduğu ihtiyaç herkesin malumu.Cari açığın 40 milyar doları aşması ve buna ek olarak bütçedeki açık tehlikesine karşı hızlanan özelleştirmeler elde kullanacak fazla silahın kalmayacağı bir çatışmaya gireceğimizi bizlere hatırlatıyor.Dolar 1.45 TL iken yukarıdaki cümleleri karalamam kriz meraklısı kafalarla aynı düşündüğüm anlamına geliyor.Eğer ekonomi çok iyiyse Başbakan dahil herkes yarınından neden şüphe duyuyor?Kriz edebiyatının yavan kaldığı bir döneme adım atıyoruz aslında.

Makro ekonomik gelişmeler hakkındaki tartışmasız gerçek ise şu:Sermaye bir kaç bin kişinin elinde toplandıkça artan gelir adaletsizliği sosyal huzursuzluklara neden oluyor.Büyüyen pastayı paylaşma kavgası etnik ya da dini kimliklerden büyüyen çatışmalara zemin hazırlamakta.Kardeşlik laflarının iriliğine bakarsanız halkın gündemini kimsenin umursadığı yok. Anadil tartışması,demokratik özerklik,ülke genelinde yaygınlaşan cemaatleşme hep bu kavganın toplumsal alana düşen izdüşümleri.

Mobius zarar ederse çeker gider,Vodafone zamanı gelince cep telefonu şirketini satar çekilir.Fettah Tamince halkın birbirine diş bilemesini özel yatından film izler gibi seyreder.Burada medyanın makyajladığı gündem maddeleri pejmürdelikten dökülse de halkımızın umursamaması önemli değil.Birileri yozlaşmanın farkında ve gelişmeler onların umurunda.

Fethullah Gülen Cemaat’ine ya da diğer tarikatlara engel teşkil eden isimlerin teker teker hapse atılması siyasi linç kampanyalarının yargı eliyle sürdürüldüğünün işareti.Aynı zamanda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanında 150 kişilik koruma ordusuyla gezmesini de açıklıyor.Hükümet başının kendisi bile geleceğinden emin değilken halkın yarınlar hakkında umut beslemesi saflığa yakın bir iyimserlik değil mi?

Bizim ısrarla anlamak istemediğimiz husus sürekli kriz içinde yaşamaktan normal şartları unutmuş olmamız bana kalırsa.

Buradan Bakınca…

Referandum sonuçlarının ardından dinmeye başlayan fırtına yerine yenisini bırakmadan bazı analizler yapmak şart oldu bana kalırsa.Muhalefetin, Anayasa Değişiklikleri sürecini başarılı biçimde yürütememesi bir yana benim açımdan en önemli konu mevcut ekonomik yapının ne gibi gelişmelere yol açacağını öngörebilmek.Oyların kentlere göre dağılımından,Erdoğan’ın 2012’de Başkan adayı olup olmayacağı veya son GSMH rakamlarının gelecekte ne gibi etkilere yol açacağı gibi kısa erimli tahminlerden ziyade sizlere tarihi arka plandan yola çıkan dar kapsamlı ve kendi sularımda ekonomi-politik analiz sunmaya çalışacağım.

Küresel Finansal Kapitalizm Çağı’nda para ve emtianın serbestçe dolaşmasının 2008 Krizi’ne neden olması veya son 200 yılda hüküm süren Sanayi Kapitalizm’in yerini 1980’lerde Finansal Kapitalizm’e bırakması gibi yeni ekonomik koşulların yarattığı dağıtım ve paylaşım mekanizmalarındaki değişiklikler dünya üretim düzenini biçimlendiren başlıca etkenler arasında.Bu dönemde Türk ekonomisi hizmet-sanayi merkezli kimlik kazanıp tarım sektörünü geride bırakmış bir görünüm arz ediyor.

Yaklaşık 75-80 senelik endüstrileşme çabası devlet destekli kapitalist sınıf yaratma konusunda başarılı olurken tarımsal kapitalizmden sanayi kapitalizme geçiş aşamasında kente göç eden kırsal kesim nüfusunda sınıf bilinci yaratamadı.Kentlerde emeğini satarak geçinmeye çalışan kır kökenli halk tarım ekonomisinden kalma (feodal bey-köylü biçiminde adlandırabileceğimiz) üretim alışkanlıklarını yaşadıkları bölgelere taşıdılar. Bu alışkanlıkları sosyo-ekonomik hayata katılma açısından tüm topluma yansıdı.Devleti eldeki zenginliği dağıtan kutsal güç olarak gördüklerinden çok partili düzen gelince artı değeri paylaşma savaşında sınıf bilinci olmadan oylarıyla hak almaya çalıştılar.Sol siyasetin ülkemiz topraklarında bu denli çorak kalması çalışan kesimin üretime katılma yönünde yukarıda bahsettiğimiz bilinç eksikliğinden kaynaklanıyor.Batı toplumlarında yaklaşık 250 sene süren Endüstri Devrimi sosyal sınıfları yaratmış,sınıf bilincine sahip yurttaşlar bu sayede örgütlü toplum aşamasına ulaşarak üretim ilişkilerinde daha etkin role sahip olmuşlardır.Solun gücü örgütlü toplumdan ve sınıf bilincine sahip yurttaşlardan türemiştir.

Modern dönem Türk ekonomisi ise yaklaşık bu kadar süre zarfında imparatorluk döneminden gelen sosyo-ekonomik mirastan Cumhuriyetle birlikte milli devleti yaratarak vatandaşlık kavramını toplum çapında yaymaya uğraşmıştır.Osmanlı döneminde varolan ilkel tarımsal kapitalizm sürekli borçlanan kamunun gereksinimlerini karşılamaktan uzak yapısıyla kendisine en uygun sosyal çeper olan ümmet fikrini hayatının sonuna kadar korumaya çalışmıştır.Cumhuriyet Türkiye’sinin başarısı imparatorluğun son 100 senesinde gelişen milliyetçilik fikrini vatandaşlık bilincine dönüştürmesinde yatıyor.Ancak sanayi devrimini bünyesinde yeterince gerçekleştiremediğinden dolayı sınıf bilinci yaratılamadı.

Sanayileşme ayağı eksik kalmış tarımsal nüfusa dayanan devlet merkezli rant ekonomisinin verimsiz, hantal, üretime engel teşkil eden yapısı sanayi toplumuna geçişi zorlaştırırken bu üretim biçimi yarattığı krizlerle şehirlere olan göçü daha da arttırmıştır.Piyasaya sunulan emek gücünün yüksek miktarda bulunması çalışan insanın ücret düzeyini düşürürken diğer üretim faktörleri üretilen pastadan daha fazla pay aldılar.Yaşadığı şehre yabancı,emeklerini ucuza satmak zorunda kalanlar sınıf bilincinden yoksun biçimde tarım kapitalizmden kalma alışkanlıklarını kentlerde devam ettirmek zorunda kaldılar.Mesleksiz,sınıfsal farklılık anlayışını edinememiş kalabalıklar mutlak siyasi erkin dağıttığı imkanlardan hızla yararlanmasını öğrendiler.

Yukarıda andığım nedenler çarpık kentleşme, emeğine yabancı kalmış birey,örgütlü toplumdan kaçınan halk,şiddet aracılığıyla ifade bulan etnik ve dini kimlikler gibi devasa sonuçlar yarattı.Toplumda üretilen artı değerin belli başlı ellerde toplanmasıyla emekçi kesimin haklı taleplerinin bizzat bu eller tarafından asker siyasete alet edilerek darbelerle engellenmesi sosyal çalkantıyı arttırmaktan başka bir işe yaramadı.Rant dağıtım ayrıcalığını ellerinde tutanlar adil paylaşım mekanizmalarını yok ettiklerinden dolayı ekonomik demokrasiyi güdük bırakarak siyasal demokrasiyi de -Silahlı Kuvvetleri işin içine katarak- biçtiler.Toplumsal taleplerin ya da insani hak arayışlarının şiddet kullanılarak bastırılması tek örgütlü sınıf olan sermaye kesiminin akla aykırı paylaşım politikalarını sürdürmek istemesinden kaynaklanan çalkantıları büyüterek içinden çıkılmaz sorunlar hale gelmesine aracılık etti.

Anayasa Değişiklikleri dediğimiz demokratikleşme çabaları daha iyi gelir düzeyi ve adil gelir dağılımı hedefine ulaşamadıkça halkın iyi yaşama dair her talebi ülke genelinde gerginliklere yol açacaktır bana kalırsa.Sınıf bilincinden yoksun bireylerin etnik ya da dini kimliklerine sarılması varlık-yokluk kavgasından türeyen zihinsel ayrışmanın şiddete kadar ulaşan farklılaşmaları yaratmasına yol açmaktadır.Tıpkı son 80 senede tarımsal kapitalizmden sanayi kapitalizme geçişin ilk adımları atıldığı dönemlerde bırakın sınıf bilincini vatandaşlık bilincinden yoksun kesimlerin anlamlandıramadıkları Cumhuriyet’in ilanıyla başlayan yeniliklere şiddetle karşı koymaya çalıştıkları gibi.

Ümmetçi zihniyeti yaratan sosyo-ekonomik yapıyı destekleyenler üretim biçimini değiştiren Cumhuriyet Devrimleri’nin düşman gibi görmüşlerdir. 1838 İngiliz-Osmanlı Serbest Ticaret Anlaşması’ndan 1900’lü yılların ilk çeyreğine kadar iç pazarını Batılı devletlere sınırsız biçimde açan imparatorluk aşamasından kapitülasyonları kaldıran,yerli bir burjuva kesimi yaratmaya çalışarak milli devlet aşamasına geçen Türkiye haline gelip sanayileşme hamlesine giriştikçe arkaik üretim tarzının toplumsal bakiyeleri harekete geçmişlerdir.

Tek partili dönemin baskısından kurtulup çok partili döneme geçiş aşamasında muhafazakar kitlelerin seçmen olarak kendilerini en iyi biçimde ifade eden tarımsal kapitalizm dönemi ilişkilerini geri getiren sağ partileri seçmesi tesadüf değildir.Toprak ağası Adnan Menderes, zamanında çobanlık yapmış Süleyman Demirel,muhafazakar Turgut Özal ile ticaret ve tarikatı mükemmel biçimde harmanlayan Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük oy oranlarıyla seçilmesi bu durumun işareti.

Türk siyasi hayatında devlet partisi sayılan CHP’den ziyade halkın partileri kabul edilen DP-AP-ANAP-AKP lider partilerinin tercih edilmesi dış müdahalelere açık iç pazarı korumaktan ziyade mevcut rantı daha karlı biçimde paylaşmak saikiyledir.Son 60 senedeki ekonomik ve siyasal alanlarda yaşanan gelgitler bir yanıyla yeniliğe açık diğer yanıyla dışa tamamen kapalı üretim yapısı üzerinde yükselen beşeri malzemenin doğal sonucudur.Bu kadar kısa sürede yüzlerce yıllık alışkanlıklarını bırakmaya zorlanan kırsal kökenli halk muhafazakarlığı tercih ederek sınıf farklılıklarına gözlerini kapatmak zorunda bırakılmıştır.

Verimsiz üretime dayanan;gelir dağılımını iyiden iyiye bozan özelleştirme uygulamalarına önem veren rant ekonomisi güç kazandıkça toplum çapında muhafazakarlaşma,cemaatlere aidiyet hissetme,etnik kimliği sınıfsal kimliğinden önde tutma anlayışı güçlenecektir.İç pazarını dış ülkelere karşı korumak anlamına gelen muhafazakar milliyetçilik fikri zaafa uğradıkça dünyaya açık ama aynı toplumda yan yana yaşadığı komşusuna karşı empati kanalları kapalı garip bir cemiyet anlayışı önümüze çıkacaktır.Piyasa koşullarının adil dağılıma engel yeni gelişmeleri sunması bu fikri ayrışmayı daha da gergin hale getirecektir.

Konuya kendi açımızdan bakarsak bizler gibi yarı okumuşların artık anakronizm haline gelmiş yaklaşımlarını da yeniden gözden geçirmesi gerekiyor.Ekonomik süreçler değiştikçe bilgi toplumuna ulaşmak imkanları çeşitlenmektedir.Entellektüel kesimdeki bu anakronizm saplantısı pederşahi bir devlet düzeni arzusunu içeriyor.Statükonun kırıldığı dönemlerde yerine yenisi konulmadığı zaman milletler gibi aydın kesimler de eski alışkanlıklarına geri dönüyorlar.Geçmişe ait özlemlerin en dikkat çeken ifadesi sayabileceğimiz toplumdaki otoriterleşme olgusunun gitgide günlük hayat pratiği haline gelmesi haklı talepleri törpülediği gibi etnik terörü de körüklüyor.

Ekonomik şiddet diyebileceğimiz verimsiz üretim biçimine dayanan mevcut düzen adaletsiz gelir dağılımına neden olduğu gibi sınıf bilincinden yoksun,örgütsüz kalmış halk düzeyinde muhafazakarlaşmayı beraberinde getiriyor.Ekonomik demokrasi siyasal hürriyetlerin anahtarı.Yüzyıllık korkularımız ise geleceğimizi bugünden zehirliyor bana kalırsa.

Modernizmle Ne Değişti?

Değişim kavramı insan soyunun doğaya uyum sağlama yeteneğinden doğdu.İhtiyaçların motive ettiği atalarımız bugünkünden çok daha zorlu yaşam koşullarında mücadelelerini sürdürme başarısını düşüncelerini eyleme kavuşturmalarına borçlular.Bazen tesadüflerle bazen de büyük emekler verilerek yapılan icatlar üretim süreçlerini yaratarak zaman içerisinde bizleri modern hayatın nimetlerine sahip kıldı.Bu hareketin ilk adımı ise uygarlık maceramızın yerleşik hayata geçilmesinden çok daha önce soyumuzun evrimi ile başlayan biyolojik değişim aşamasının yavaş yavaş yol almasıydı.Maymundan gelip gelmediğimize değil de bugün ulaştığımız noktaya odaklanırsak halen devam eden sosyal evrimi iliklerimize kadar yaşamıyor muyuz?Öyleyse biyolojik açıdan evrim kavramına neden bu kadar karşıyız?Yaradanın büyüklüğü karşısında evrim fikri daha mı az mucizeler içeriyor?

Sabah sabah aklımın kurcaladığı soruları okuyanlarımla paylaşmak isterim.Düşünen ve araştıran aklın hayatımıza kazandırdığı aygıtlar sayesinde yazılarımı kişisel web sayfama ekliyorum.Elektronların hareket kaabiliyetlerinden faydalanarak bildiklerimizi ya da bilmediklerimizi başka insanların bilgisine sunuyoruz.Bu tür bir değişim sürecini insan ırkından başka hangi tür gerçekleştirebildi?Bilimin elinden tuttuğu eleştirel düşünce ile merak duygusunun kamçıladığı bilgi edinme arzusu işbirliği yaparak yaşam maceramız daha gelişmiş imkanlara kavuştu.Bundan 30 sene öncesinde kullandığımız aletlere bakarak şimdiki zamanla kıyaslama bile yapamaz durumdayız.Peki bundan 30 sene sonra nelere sahip olacağız?

Irkımızın bu denli değişime açık olması sahip olduğu sorunların büyüklüğünü azaltmıyor elbette.Bana kalırsa modernizm karşısında benliğimizi yitirmemiz bu kayıpların en yakıcısı.Doğadan uzaklaştıkça özüne yabancılaşan insanlığımız modern hayatın kurumları karşısında çaresiz kalarak tehlikeli bir tür mutasyon geçiriyor.Çölleşen doğa,kitlesel kıyımlara yol açan savaşlar,adını ancak heceleyebildiğimiz ölümcül hastalıklar,kendinden korkan bir faşizm… bu başkalaşım sürecinin giderek yaygınlaşan meşum işaretleri bana kalırsa.

18. YY.da hızlanan Sanayi Devrimiyle birlikte milliyetçilik hareketlerinin at başı gitmesi tesadüf olmasa gerek. Aynı damardan beslenen teknolojik evrim ve savaşlar birbirlerimize olan düşmanlıkları körükleyerek yaşam maceramızı kana buluyorlar.Sanırım geçen iki yüzyıldan bu yana yaşanan toplumsal değişimin en büyük tetikleyicisi bilimin öncülük ettiği teknolojik gelişmeyle birlikte kitlesel üretimin hız kazanmasıdır.Tüketen pazarlara duyulan ihtiyaç kapitalist ekonominin insan doğasına aykırı saydığımız üretim süreçlerini güçlendirmekten başka bir işe yaramadı.Emeğine yabancı kalan insanlık sürgün halinde geldiği şehirlerde isteyip bir türlü ulaşamadığı hayatı örün ağlarında sanrı biçimde yaşıyor ne yazık ki.

Değişimin ,ben dahil, insanlık lehine olduğunun tartışmasız kabul edildiği bilimsel gelişmeye aşık modernizm döneminden post-modernist döneme geçiş yaptığımızdan bu yana tek kutuplu dünyanın yarattığı baskıcı kültürle iç içeyiz.Sürekli tüketen insanların varlığına ihtiyaç duyan kapitalizm Yeni Dünya Düzeni’ni dev şirketlerin dünyamızı tamamen ele geçirdiği küreselleşme kavramı ile açıklıyor.Kriz ve savaşlarla birlikte değişmeye duyduğu ihtiyaç gün gibi ortaya çıkan kapitalist üretim biçimi pazar kavramına insanı sürece ait olan nesne haline getirerek boyut katmaya ısrarla devam ediyor.

Uyanıkken gördüğümüz kabus haline gelen modern şehir hayatı tek tip insanlık malzemesi yaratma hevesinde.Bu amaçla tüm toplumsal kurumları hiç düşünmeden kullanıyor.Şeyleştirilen insan -Ünsal Hoca’ya Allah rahmet eylesin- doğasını yaşayamadığı için mevcut düzenin çıkarına uygun olduğu fikri bilinç endüstrisi ile benimsetilerek kendi kendinin kurdu haline getiriliyor.

Herkesin kardeş kabul edildiği yeryüzündeki sahte cennetlerden keyifle bekçilik ettiğimiz gerçek cehennemlere adım attığımız günümüz dünyasında ruhumuzu satarak ancak bir ev bir araba sahibi oluyoruz.Uygarlığın insan aklıyla geliştiği düşüncesi insan eliyle yaratılan kurumlarla yerle bir ediliyor yine.Değişime olan inanç yıkılarak kötünün iyisi en iyi seçenek gibi kabul ediliyor.Bilinç endüstrisi sayesinde bilinçaltımıza gömülen zihinsel çapalarla vardığımız sonuç gelişmeye duyulan kör inancı sarsar nitelikte.Değişimin dinamiğini oluşturan insan ihtiyaçlarının karşılanmasının yerini kitlesel üretimin almasıyla yaşam bulan milliyetçilik fikri kapitalizmin son aşaması hali sayılan küreselleşmeyle birlikte nesneye çevrilen insanın yeniden sarıldığı anakronizmdir.

Ülkemizde de olanca hızıyla geliştirilmeye çalışılan ve aynı zamanda Kürt-Türk gerginliğine ya da ilerici-gerici çatışmasına neden olan bu çeşit insan doğasına aykırı üretim biçiminin yarınlar için yeni tehlikelere yol açacağını görmezden gelemeyiz.İnsan aklının evrimiyle alet kullanarak ulaştığımız modern hayat biçimi kendi kurduğumuz kurumlar yüzünden ırkımızın sonunu getirebilir.Yüzüm gülmedikten sonra Iphone benim neyime!

Jétaime…

Herşeyin olumlu yönde değiştiği,insanların yüzünün güldüğü,çocukların karnının iyice doyduğu,kadınların eşlerinden artık şiddet görmediği hevesinde olan bir gökyüzüne uyandım.Yüreğimde daha coşkun bir insan sevgisi tomurcuklanıp sel olurken yarın korkusunu düşlerimden çıkarıp bir kenara fırlattım.Senin tuzun kuru,işsiz kalıp eve ekmek götürmek zorunda değilsin dediğinizi duyar gibiyim.Nereden biliyorsunuz?Aklının emeği olan yazıları insanlarla paylaşarak yaşama macerasını denemek kolay değil. Doğru bildiklerinizi yarına iz bırakmak adına bugünden yazıya dökmek, geçmişten kalan tortularla hesaplaşmak cesaretini içeriyor.

Edebiyat parçalamak derdinde değilim keşke o kadar aklı başında bir adam olsam.Yazmak o kadar güzel bir eylem ki o duyguyu yaşamayan birisine ne anlatırsanız boş.Tıpkı eşsiz bir resmi doya doya seyretmek, şahane bir kadına sahip olmak,seslerinden keyif dökülen bir şarkıya eşlik etmek türünden bir keyif bu.

Şimdi gelelim Türkiye’nin siyasal manzarasına.Sabah akşam DTP ile yatıp, DTP ile kalkıyoruz.Parti kapatma davasının ardından milletvekillerinin istifa kararlarından vazgeçme eğiliminde oldukları bildiriliyor.Hangi pazarlıklarla bu sonuca ulaşıldı bilinmez ama Türk toplumunun ikircikli ruh yapısı her çeşit değişimi olumsuz karşılama eğiliminde.Kutuplaşmanın çarşı pazara indiği,dünyayı yakalamaktan ziyade birbirini yok etmek amaçlı siyasi eleştiriler kaygılı ruh halinin göstergesi.Denklemin bir tarafında haksız edinilmiş servetler diğer yanında ay sonunu getirememek hesapsızlığı yattıkça geleceğe umutla bakmak düşü her kesimden insan için sanki ömürden çalınmış lüks tüketim vergisi haline dönüştü.

Yeni Dünya Düzeni’nin kaldıraç olarak ekonomik krizi kullandığı modern zamanlar insanın tüketilmesine odaklandığı için elimizde posası kalmış beşeri malzeme aslında kasırganın gözünü teşkil ediyor.İklim değişiklerine yol açan çevrenin acımasızca yok edilmesi insanın değerlerinden çalınmış emek vermeden köşeyi dönmek bencilliği değil mi?Kapitalizmin homo economicus türünden yaratmaya çalıştığı genetiği değiştirilmiş insan modeli nihayet iflas etmiştir.

Daha iyi bir dünyada varolmak hevesi düş değil.İnsanca yaşamak isteği ahiret kaygılanmalarından öte buralarda cennet yaratmayı hedefler.Hani bu cennet bu cehennem bizimdi ya ancak paylaşarak yaratabiliriz bu cenneti.Sizden isteğim cehennem meleklerini çıkartın atın hayatınızdan…

Toplum ve Derin Devlet…

Birbirleriyle zincirle bağlanmış gibi görünen olaylar süreci yakından irdelenirse aralarında bazı derin bağların olduğu görülür.Ergenekon Davası’ndan tutun Darbe Belgesi’ne,Kürt Açılımı’ndan Ermeni Açılımı’na, Reşadiye saldırısından tutun DTP’nin kapatılmasına kadar dolu dolu geçen 2009 yılı temelde çatışan iki gücün varolduğunu bizlere işaret ediyor.

Devletlerarası kavganın coğrafyamızda halen sürdüğü düşünüldüğünde kurumlarımız arasındaki çatışmanın sokaklardaki izdüşümü şiddete meyilli etnik kimlik ifadesiyle hayat buluyor.Cümlenin Türkçe meali şu:Gelir dağılımını ağır biçimde bozan son 15 senedeki üç ekonomik kriz (1994-2001-2008 Krizleri) halkın yaşam şartlarını oldukça zorlaştırdı.Orta sınıfın gelir kaybına uğraması doğal olarak A sosyo-ekonomik yaşam düzeyi ile diğer toplum kesimleri arasında uçurum düzeyinde varlık farklılaşmasına neden oldu.Vücudun omurgası kırıldığında ayakları tutmaz olur,beynin verdiği emirler sinirlerin dumura uğramasından dolayı yerine getirilmez. İnsanları isyan noktasına getiren varlık-yokluk kavgası artık örtülemediği için Kürt Açılımı (Kürt-Türk kutuplaşması) şeklinde kristalize edilmiştir.

Uzun zamandır sosyal antropologların üzerinde deneysel saha çalışması yaptığı Türk toplumu bilinçli ve tehlikeli şekilde güdüleniyor.Bu derece keskin bir gelir farklılığı ortamında tutunacak dalı olmayanlar yoksulluklarının kaygısını dini,etnik yahut sınıf bilincini uyandırarak gidermeye çalışmaktadır.Ekonomik altyapının düzelmeyecek şekilde bozulması geniş bir kesimde umutsuzluk,şiddet,kışkırtılmaya açık olmak gibi duygulara yaşam imkanı sağlıyor.

Temcit pilavı gibi söylediklerimden kastım şu:Derin devlet artık harekete geçmiştir.Bu irade ise bizlerin hep aleyhinde sonuçlandı.Kutuplaşmanın iyice derinleştiği göz önüne alındığında ekonomide yaratılan artı değerin yeniden paylaşılmasının önüne geçilmek isteniyor.

Son sözüm şöyle.Bizleri böylesi duruma getiren yıllardır üzerimizde uygulanan ekonomik şiddettir.Farklı kesimlerde birbirlerinin düşmanı gibi görünenler aslında aynı davanın savunucuları gibi.Küresel dinamiklerin paylaşım kavgasında yerel güçlerle çatışması yeni bir dünya düzenini somutlaştırırken,Türk toplumu ekonomik demokrasiyi bir türlü hale yola koyamadığı için arkaik alışkanlıklarını hatırlamaktan başka bir çare bulamıyor.Sosyal psikoloji açısından PKK bizim toplumsal travmamızdır.Ve bizler tedavi olmak istemediğimizden dolayı travmasını seven patoloji sahipleri gibi hareket ediyoruz.Çözüm yolunda hareket etmek akılla hareket edenlerindir.Bu kadar bağırış çağırış arasında akıl nerede duruyor sizce?

İmparatorluklar Mezarlığı’nda Yaşamak…

İlk yerleşik hayatın Anadolu’da görüldüğü kabul edilirse,üzerinde yaşadığımız toprak parçasının tarih içerisinde Mezopotamya,İndüs Vadisi,Nil Vadisi ve Yunan Yarımadası gibi birçok medeniyete ev sahipliği veya paydaşlık yaptığı su götürmez hale gelir.Malumun ilanın bir yana bırakırsak,uygarlığın dayandığı yerleşik hayat;mesleki uzmanlaşma,yönetici sınıfın ortaya çıkması ile pazara mal satmak için ürettiğini tacire belirli fiyattan verme zorunluluğu olan -ya da olmayabilen- çiftçi sınıfı, profesyonel savaşçılar ve bürokratların din adamları ile el ele vererek sınırları belirli bir toprak parçasında sosyal hayata çekidüzen vermek istemeleri üzerine kuruldu.Tabii sabanın keşfi ile tarla açma tarımının yerine toprağın yeniden sürülmesini sağlayan hayvanları evcilleştirmeye dayalı saban tarımı ve sulama olanaklarının geliştirilmesi tüm bu değişimleri tetikleyen nüfus yoğunluğunu getirdi. Beslenme ihtiyacını iyi kötü yola sokan insanoğlu birarada yaşamanın getirdiği karmaşık hayatın önlerine çıkardığı problemleri çözmek için işbölümüne dayalı üretim ilişkilerine sırtını yasladı.

Uygar hayatın ilk aşamalarında toprak mülkiyetini yöneticiye vergi vermesi kaydıyla çiftçiye bağışlayan ilkel üretim biçimi tarihsel gelişimini emekçi sınıfın asker-bürokrat-din adamı yardımıyla seçkinlere artı değerini sunmasına dayanıyordu.Kral ise tebaalarına daha güvenli bir hayat sunma sorumluluğuna sahipti.Elit sınıfların halkın emeğiyle yarattığı üretimi paylaşmak konusundaki birbirleriyle olan anlaşmazlıkları savaşlara,göçlere ya da toplu katliamlara yol açabilen mezhepsel çatışmalara kadar varabiliyordu.Ulaşım olanaklarının sınır güvenliğini, özgür ticareti, seferlere çıkma amacıyla asker toplamayı sağlamak için gelişmiş yollara dayanma gereği vergilerin toplum tarafından kaldırılamayacak yük haline gelmesi ile sonuçlandı.Paranın icadından önce takasa dayanan ekonomik hayatın değişim için pazara getirilen malın maliyetini bile karşılayamaması sonucunda medeniyetin ilk biçimlerinin görüldüğü bölgeler yabancı istilalara maruz kalıyorlardı.Savaşçı milletlerin, sınırlarının hemen ötesinde yaşayan zengin ama kuvvetten düşmüş medeniyetleri sarsacak derecede savaş sanatlarında gelişmesi atın evcilleştirilmesi ve savaş arabalarının icadı sayesinde iç paylaşım kavgasını dışarıdan gelen işgaller bir süre geri plana düşürdü.Sonuçta yeni yöneticiler halkın dinine karışmıyor,vergisini verene otoriteye başkaldırmaması kaydıyla eski refahını sağlama vaadini diri tutuyordu.Tabii bu vaadini din adamlarının kimi örtülü kimi açık destekleriyle sağlamlaştırmayı ihmal etmiyordu.Asker-bürokrat-din adamı üçlüsü -sürekli tekrar etmiş olmakla hata etmiyorum- devlet aygıtının dayandığı temelleri ilkel pazar ekonomisinin üretici sınıfını yeterince baskı altına alıp, sömürerek kuruyordu.

Özünde, o günden bu güne ne değişmiş tartışılabilir.Benim amacım anarşik tarih okumalarından ziyade medeniyet tarihinde ekonomik ilişkileri adil bir düzeye getirmeden yapılan her yeniliğin yönetici sınıfın işine yaradığı yönünde .Küreselleşmenin pazar ekonomisinde sermayeye tanıdığı sınırsız imkan,savaşların getirdiği insanlık maliyetini ekonomilerin karşılayamamasına neden olmuştur.Türev piyasalar adı altında olmayan varlıkları halka satarak krizi yaratan kapitalist ekonominin savaş aygıtı olan devlet gücü uyguladığı baskı ile varlığını vatandaş nezdinde meşru hale getirmiştir.Yaşanan kaos ortamında iç kargaşaların,sınırötesi çatışmaların,göçlerin,katliamların, çevresel kirliliklerin,yoksulluğun,açlığın,terörizmin,salgın hastalıkların,huzursuzlukların artması insana ait olan her şeyin para tarafından satın alınabilmesi pahasına olmuştur.Modern hayatın yalnız ve mutsuz bireyi uyuşturucu tutkunu gibi sarıldığı maddiyat uğruna ruhunu satmış, yoksul olma korkusu ile manevi derinliğini,doğallığını mekanik sosyal hayat düzeniyle takas etmiştir.Sosyalizmin insanı hiçe indiren ekonomik hakları bile liberal demokrasilerde aranır olmuştur.

Medeniyet tarihinde kaosun yaşandığı zamanlar çok olmuştur.Avrupa’daki veba salgını,100 Yıl Savaşları,bizdeki Fetret Devri ya da 93 Harbi’nin acımasız sonuçları gibi.Bu yıkıcı değişimin altında kapitalist ekonominin sürekli mikro savaşlara ihtiyaç duyması ile insanların acı çekmesini umursamaması yatmaktadır.Korkunç bir gelir dağılımı bozukluğuna dayanan üretim ilişkileri dolaylı ya da dolaysız vergilerle halktan alınan artı değerin sermayedarlara boca edilip,verimli alanlara yatırılmaması sonucunda doğmuştur.Adil ve insanca bir toplumsal hayatın yeni bakış açılarına bizleri zorladığı kriz dönemleri salt ABD ve müttefiklerinin yerine yeni uluslararası ortakların gelmesi olarak değerlendirilmemeli.BRICS ülkeleri bu kapanın elinde kalan yağma düzeninin sonradan görme uygulayıcıları olacaklar.

Tarihimizde gelişime ayak diremiş Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı gibi bir travmayı tüm mensuplarıyla yaşayan Türk halkı olarak değişimi doğru okumalıyız.Değişim,kutuplaşmış sosyal hayat görünümüne bürünen ekonomik adaletsizliktir.İnsan gibi yaşama koşullarının herkese eşit ve adilce dağıtılmamasıdır.Kısacası ekonomik demokrasinin hayatımızda geçerli olmamasındadır.Türk-Kürt kavgasını sadece Demokratik Açılım babında değerlendirmemiz ya da Ergenekon Davası’na kuvvet komutanlarının yargılanmasına indirgememiz konuya yaklaşım tarzımızın sakatlığından kaynaklanmaktadır.Değişmesi gereken ekonomik düzendir.Esasın ayrıntıya sürekli yenik düşmesidir.Konu bana kalırsa bu kadar sarih.Özgürlükler, fakirlerin açlıkla süslenmiş rüyalarıdır.

Fetret Devri…

Tarih, bugünümüzü anlamak açısından önemli bir disiplin.Örnek vermek gerekirse son 100 senelik Türkiye’deki askeri darbelerde İttihatçı dönemin izlerini bulmak mümkün.Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun Fetret Devri diye anılan bir dönemi var.Yıldırım Beyazıt, 1402 tarihinde Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilince başlar.Çelebi Mehmet,beyliklerin bu başkaldırı döneminde kılıç zoruyla egemenliğini sağlamıştır.Belki de devlet-i ebed için kardeş katli uygulaması sonraki padişahlara siyasi erkin parçalanmasını önlemek için miras kaldı.

10 senedir ülkemizde yaşanan son Fetret Devri’nin bizim açımızdan anlamı ise kendini değiştirememekte yatıyor. Üretim altyapısını mesleksiz insanlar ve yetersiz sermaye birikimi ile modernize edemeyince Soğuk Savaş dünyasının değişim sancılarını sosyal hayatta terörize olmak zorunda bırakılmış hareketler ve saplantılarla yaşamaktayız.Bu süreç boyunca insanın edilgin bir nesne haline getirildiği post-modern zamanlara uygun siyasal iktidarlar gücü rafine edilmiş biçimde gündelik hayatımıza devşirdiler.Siyasi polis devletinin, yargı dahil milletten kaynaklanan tüm yetkileri gasp etmek istemesi ise son model Fetret Devri’mizin bizlere armağanı oldu.Geçiş sürecinde yaşanan çalkantılar ve ekonomik krizin kendi göstermesi maalesef yaşanan olayların insanlık krizinin önüne geçmesini sağlamıştır.

Küreselleşmenin salgın gibi yayıldığı aşırılıklar çağında ulus devletlerin modası geçmiş siyasi aktörler biçiminde anılarak güçlerinin ellerinden alınmaya çalışılması yeni değil.Sınırların kalktığı öne sürülüp sermayeye ön açıldığı ama insan haklarının big-brother devletine kurban edildiği bu dönemin sonuna Küresel Ekonomik Kriz’le gelinmiştir. Şimdi önümüzde yepyeni bir dünya ve henüz denenip iflas etmemiş en taze fikirler bizleri bekliyor.

Türkiye’nin ehil olmayan kişiler tarafından serbest oylarla seçilerek yönetilmesi halkın zaten yetersiz olan eğitim, sağlık,kültür ve ekonomik araçlardan yeterince faydalanamamasının getirdiği bir sonuç değil mi?Aynı zamanda demokrasinin sağlıklı biçimde geliştirilmesi sokaktaki insanların daha iyi yaşam koşullarına bağlı. Yaşadığımız bunalım döneminin sonuna geldiğimizde şimdi önemli geçinen insanların tarih kitabına yakından bakılınca bile görülemeyecek kadar ince birer çentik olduklarını unutmayalım.Geçmişin hayaleti bizleri takip etse bile değişebilmek bizim emeğimize ve cesaretimize bakıyor.Sadece bunun için umudu yaşatmaya değer.