Değişim…

Yaşamın özünü hareket teşkil ediyor.Aynı sonsuz devinim içinde varlığımızı sürdürmeye çalışıyoruz.Zamanın sürekli aktığı sonsuzluk nehrine sınır getirmek mümkün değil.Çaresiz direnmeler dışında tabii.

Ufuklarını kalıplara hapseden yegane varlık ise insanoğlu.Fikirlerini sağlam temelden yoksun tezlere dayandırarak tek gerçek biçiminde sunmaya çalışmamız ortak vasfımız sanki.Aynı düşünsel körlüğe kendimize duyduğumuz inançsızlık diyebiliriz.Ya da vicdana ait kılınması gereken özel alanların perakende kavramlarla topluma dayatılması.

Alışkanlıklarımız hayatımızın esmer ekmeği.Tükettikten sonra o kekremsi tadını unutmadığımız günlük yaşam pratikleri.Alışkanlıklar sayesinde ait bulunduğumuz topluma uygun şekilde davranma çabasıyla varlığımızı meşrulaştırmaya çalışıyoruz.İşte yukarıda sizlere bahsettiğim fikri körlük çevreden öğrenilen tutum ve davranış kalıplarında gizli.Ayrı dilleri konuştuğumuz halde kelimelere benzer anlamlar yükleyerek sürünün kara koyunu sayılmaktan çıkmaya çalışıyoruz.Düşünce ve davranışlarında özgür birey kabul edilmek yaşadığımız toplumdan dışlanmakla eş anlamlı sanki.Toplumun slogan değerinde anlam verdiği kavramlar ve derinlikten yoksun idrak ile sorunlarımıza bakmaya çalışıyoruz.Çıkmaza girmekle eş anlamlı söz ettiğim konu.Farklı fikir ve inançlara karşı duyulan tahammülsüzlük ya da yeni ve yabancı olanı düşman bellemek ufuksuzluğu.

Çevremizden devşirdiğimiz her bir bağnazlık girişimi değişime direnmenin umutsuz çabaları.Yobazlık mefhumu inanmadığımız düşünceleri savunmamıza yol açacak kadar bizleri özümüzden uzaklaştıran fikri prangalar dizgesi.Hangi görüşte olursa olsun insanı kör inanca mahkum kılan alışkanlıklarımızın yarattığı sahte cennet.

İnancı güçlü kılan sağlıklı akıl ve ruh iklimidir.Yaşanılan toplum ne kadar yeni fikirlere açık ve insana ait olan her şeye gönül vermişse kadın ve erkekler birbirlerini o denli çok sever hale gelirler.Dogmaların din diye dayatıldığı topluluklar ise ruhlarındaki ölümü her an daha derin biçimde yaşarlar.Bu arada din önderlerine duyulan saplantılı bağlılık inançsızlığın simetrik hali aslında.Kendine güvenmeme rahatlığını içeren.

İnsanı değerli kılmadan yaşamı değerli kılamıyoruz.Düşünsel ve ruhsal ölümler kısacık hayatımızı çekilmez hale getiriyorlar.Değer ve fikirlerin içlerinin boşaltılması hayatın anlamını arama çabamızı da boşa çıkarıyor.Gülmeyen yüzler güneşin her sabah yeniden doğuş mucizesini bizlere defalarca unutturuyor.Gözlerimiz güzellikleri değil eksik,yanlış ve çirkinleri arıyor.Edinilmiş çaresizlik iksiri sanki her gün çevremizden içtiğimiz.

Yaşam değişimin görünür yüzü.Yaratılan her canlının anlamını bulduğu zenginlik çemberi.Oradan ne kadar feyz alırsak o denli dolu dolu dünyaya bakıyoruz.Ya da tam tersi.Ben tercihimi yaptım.Sizlerin tercihlerini merak ediyorum sadece.

Kimlik Üzerinden Siyaset…

Hemen hemen son sekiz senedir Türkiye’de ağırlıklı biçimde kimlik tartışmaları üzerinden siyaset yapılıyor. Avrupa Birliği’ne tam üye olma ve uyum süreci ile alakalı diyebileceğimiz bu durumu iktidar partisinin pek sevdiği de ortada.Kendilerini yaşadıkları toplumun “zencileri” sıfatıyla değerlendiren politik anlayış-krizlerle yelken alan küreselleşme olgusunun milli devletleri parçalayıp dev şirketlerin boyunduruğu altına sokmaya çalıştığı döneme tam karşılık geldiği gibi- tartışmalara hevesle katılıyor.Şehirlere göçle başlayan ve yaklaşık 60 seneden bu yana çevrenin merkezi kuşattığı ve Kemalist bürokratik ideolojik çekirdeği tehdit eden yeni dalga,Türk sosyal hayatında bireyleri var eden kimlikleri sürekli gündeme getirirken konuyu azami özenle dillendirmek gerekir bana kalırsa.Şehirleşme,orta sınıfın güçlenmesi,burjuva kesiminin emek karşısında sınıf bilinci edinmesi gibi konular geri planda bırakılırken Laiklik,Türban sorunu,Cumhuriyet resepsiyonuna CHP liderinin katılıp katılmaması gibi biçimsel tartışma konularının öne çıkarılması tarih boyunca çözemediği önemli problemler karşısında şaşırıp hemen kılıca sarılan atalarımızın entellektüel refleks tembelliğiyle eş değer.

Örtük faşizmin kimlik talepleriyle demokratik yollardan iktidara geldiği savı yanlış olmasa gerek.Türbanlı genç kızların tekstil sektöründe sigortasız çalıştırıldığı,işsiz milyonların sokakları arşınladığı ama Mark Mobius ya da George Soros gibi spekülatörlerin halkın ürettiği değerleri tek cümle sarfederek İMKB’de yok etmesi gibi ekonomik bazlı güncel olaylar kendi merdivenaltı muhalefetini yaratıyor.Yaşananlar bana geçmişte 1838 tarihli Türk-İngiliz Serbest Ticaret Anlaşması’nı hatırlatıyor.Ardından Tanzimat Fermanı,Islahat Fermanı,I. ve II. Meşrutiyet İlanları ve Dünya Savaşı…1938’de ise Atatürk ölmüştü.Arada geçen yüz sene zarfında Osmanlı Devleti’nde kimlik talepleri isyanları beraberinde getirmiş,-geri kalmış üretim yapısından yaşam bulan arkaik kurumlarla el ele veren- yabancı güçlerin istilasına karşı yapılan savaşların ardından modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu.

Yakın tarihimiz de dahil olmak üzere toplum genelinde yüzyıllardır egemenlik kuran aşiret ekonomisinden edindiğimiz zihni kalıplarla günlük hayatı ve geleceği değerlendirmemiz Türk modernleşme projesine optik yanılsama ile bakmamızı beraberinde getiriyor.Devlet kurmaktan önce ordu kurmayı şiar edinmiş bir halkın göçebelikten kaynaklanan alışkanlıklarını türlü çeşitli bahanelerle kimlik algıları olarak göstermek konuya dar açıdan bakmakla eş değer.Etnik çeşitliliğin mecburi olduğu,yıkılan imparatorlukların bakiyelerinin evrim geçirerek yeni devletler halinde yaşama kavuştuğu Anadolu topraklarında son 700 senede İslamın birleştirici ve standart hale sokan anlayışı Türk kimliğini en az Kürtler ya da Ermeni,Rum,Yahudi kimlikleri kadar azınlık durumuna sokmuştur.Bu durumun sebebini ise devletin tüm üretim araçlarına sahiplenerek sadece mütegaliplere toprak bağışlaması karşılığında asker edinmek istemesiyle kısmen açıklanabilir.Fütuhhatın yavaşlamasıyla vergi gelirlerini yitiren,ticaret yollarına ulaşmakta geri kalan,teknolojik devrimleri ısrarla geriden takip eden Osmanlının milliyetçilik hareketleriyle karşı karşıya kaldığında sudan çıkmış balık haline gelmesi devletimizin Kürt Sorunu ile demokratikleşme talepleri karşısındaki aktif eylemsizliğine benziyor.

I. ve II. Meşrutiyet ilanları;birincisi 1854-1856 yapılan Kırım Savaşı’yla hayat bulan; diğeri ise hemen Balkan Savaşı’ndan önce gündeme gelen özgürlük taleplerinin şeklen karşılanması değil mi?Tüm bunlar devrimlerin altüst eden karmaşasına dönüşmeden önce evrimin sakin adımlarına benzemek isteyen içeriden kaynaklandığı kadar dışarıdan da destek alan değişim talepleriydi bana kalırsa.

Sırasıyla değinmek gerekirse 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin hemen öncesinde gerçekleştirilen savaş sebebiyle ara verilen meşruti macera 1908’de Makedonya başta olmak üzere Balkanlarda başlayan isyanlarla yeniden Meclis-i Mebusan’da halkın temsilcilerinin seçilerek göreve getirilmesi yeniliğini getirmesi yüzyıllardır tek otorite olan Padişah ve saltanat yakınları karşısında seçilmişlerin iktidarını Cumhuriyet’in çok partili hayatına kadim ama zayıf bir siyasi miras olarak bırakmıştır.Son 60 senede lider partilerinin kitle partilerine nazaran halktan bu denli güçlü destek alması pederşahi yönetim anlayışının temsili düzeyde yaşam şansı bulmasının göstergesi bana kalırsa. Muhafazakarlık ise dini hayatın eşraf-ağa-asker kesiminde rituellerden öte yaşam biçimi haline gelmesine yol açan ekonomik ve kültürel işgallere karşı gelişen tepkiydi.Yapılan her yeniliğe dine aykırı diyen gericilere karşı bizlerin her değişikliği laikliğe ya da cumhuriyete aykırı diye karşılamamıza benzeyen bir tepkisellik içeriyordu. Böylesi refleksler karşısında alınan ilk tedbir yöneticilerin orduyu kullanarak toplumsal muhalefeti susturmasını getirmiştir.Genelkurmay’ın ağırlığı Mustafa Kemal’den önce de vardı topraklarımızda.Üstelik etnik ve dini kimlikleri yeri geldiğinde tedip ve tenkil ederek bertaraf etmesi ile ete kemiğe bürünmüştü.İstediklerine karşılık baskı cevabını alan halkın silahla kıvam bulan duruma karşı cevabı ise kimliklerine sarılarak muhafazakarlaşmasını doğurdu.

Osmanlı’nın en uzun yüzyılında Sened-i İttifak,Türk-İngiliz Serbest Ticaret Anlaşması ya da Tanzimat Fermanı gibi geri kalmışlıktan türeyen,Batı Dünyası’nın iştahla desteklediği zorlama çabalar rasyonel düşünceye ulaşmamızda yaklaşık 500 senelik kaybımızı gidermeye merhem olamamıştır.Yaklaşık üç asırdır az gelişmişlikten büyüyen sorunlarımızı üretim ilişkilerinden soyutlayarak ya da ekonominin temellendirdiği sosyal hayattan uzak tutmak istemekle kendimizi kandırdığımız ortada.

Mevcut kutuplaşma ortamında Türklük,Kürtlük,Alevilik,Sünnilik… olarak sürüp giden ve kendimizi algılamamıza, tanımamıza,çevremizle olan ilişkilerimizde kişiliğimizi anlamlandırmamıza yarayan değerler demetini içeriğini boşaltarak değerlendirmek yanılgısına düşüyoruz.Toplumsal taleplerin devlet tarafından arz edilen özgürlük çeperine artık sığmak istememesi başta Kürt Sorunu olmak üzere temel problemlerimize çözüm sunma aşamasında sonuçsuz kalınmasına neden oluyor.Milli devlet biçiminde tasarlanan Türk Cumhuriyeti’ni yönetenlerin halkı ile karşı karşıya kaldığı netameli durumlarda siyasetle değil de savaş ve askeri vasıtalarıyla çözüm arama kolaycılığına düştüğünden beri toplumsal mühendislik zihniyeti şahikasına ulaşmıştır.

Dünden miras aldığımız kavramları yaşadığımız günkü anlayışla değerlendirmeye çalışırken elimizdeki veri ve olgularla hareket ediyoruz.Bunda yanlış bir durum yok,ama tarihin dün olduğu gibi şimdiki zamanda da iktidara sahip kişilerce yazıldığını kabul ettiğimizde halen bazı konulara gereğinden fazla önem verildiğini öne sürebiliriz. Yukarıda andığım sebeplerden ötürü herkesin kişisel düşüncelerini ötekine dayatmaya çalıştığı zihniyet ikliminde dogmalara varmak çözümlere ulaşmaktan daha kolay hale getiriliyor.

Tecrübeyle sabittir:Karşıtlarının çatışmasından beslenmeyen fikir dizileri kolaylıkla çürümeye mahkum hale dönüşmekteler.Endişeli laikler kadar bu ülkede cemaatlere mensup,tarikatların baskısı altında yaşamak zorunda kalan milyonlarca insan var.Onların daha iyi bir yaşamdan ziyade sahibinin sesi olarak biraz da zorlamayla dini ya da etnik meselelerini sürekli dile getirmeleri ben ve benim gibi yıllardır merkezde kalmış Cumhuriyet fikrine aşıkların çevreye (dindar veya Azınlık kitlelere) ulaşmadaki başarısızlığımız biçiminde açıklanabilir.Şimdi onlar merkez olmak istiyorsa bunda şaşıracak durum yok.Sınıf bilincinin cılız kaldığı buna benzer ekonomik koşullarda halkın ilk sarıldığı değerler etnik-dini bazlı yaşam talepleri oluyor.

Ekonominin değişim dönemlerinde geçim imkanının azalması benzer sonuçları yaratıyor.Yıllarca enflasyondan para kazanmaya alışmış nakit Türkiye’sinden kredi kartlarına ve bankalara borçlu halk yaratmak için krizler bahane edilmiştir.Kapitalizmin ulaştığı küreselleşme düzeyi üniter ve milli devletlerin parçalanmasını hedeflerken yeni pazarlara ulaşma konusunda devletleri,ideoloji ve dinleri engel olarak ekonomik yönetim modeli ülke sınırlarını muğlaklaştırıp kimlik tartışmaları yaratarak bireyler arasındaki uçurumları genişletiyor.Mikro savaşlar çağının başat değeri olarak kabul edilen paraya tahvil edilebilen inanç sistemleri yaşama şansı bulduğu sürece sınıflararası farklılaşmalarımız artacak.

TV reklamlarında Ali Ağaoğlu ve Sinan Çetin’in gevrek gevrek anlattığı “10.000 Peşin Daire Senin” kampanyasına benzer biçimde mutasyona uğramış neo-ağaların toplumun genelini kredi kullanımı için kışkırtarak elinde avucundakileri kendilerine teslim etmeye ikna etmelerinin ardından onları sürekli borçlu kılmakla ulaşmak istedikleri Türkiye manzarası yıllar önce kara kalemle çizilmiş üzerinde haki renkleri taşıyan kusursuz bir istismarlık anıtıdır.Tüm bunlar ise çağları aşıp gelen fakirlik rezilliğinden yol alıp yürür.

Muhafazakarlığa,kimlik taleplerine ve gündemi boş yere işgal eden tartışmalara bakarak gerçek tartışmayı insanların kendini ait hissettiği sınıfın hangisi olduğu konusunda yaşadığı kafa karışıklığı diye niteleyebiliriz.Bana kalırsa vatandaşlıktan birey olmaya evrilmeye çalışan modernleşme maceramız vatandaşlarını yeniden kendisini kul hissetmesine devşirmek isteyen güçlerle başlangıç noktasından ters yöne doğru hareket eden modernleşme projesi halini almaya başladı.Tünelin sonunda ne görülüyor hala net değil.

Son Yüz Senemiz…

I.Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte yıkılan imparatorlukların yerini milli devletler aldı.II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş deneyimini yaşayan dünya halkları 100 seneden kısa süre içerisinde Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bir çok devletin yeniden hayat bulmasına tanık oldular.Bu sürecin devamı niteliğindeki Mikro Savaşlar dönemi yakın ve uzak coğrafyamızda kanlı bilançolara geçit verdi.Milyonlarca insan etnik ya da dinsel savaşlarda katledilirken geride kalan çok daha fazla sayıda olanlar yaşadığı toprakları terk etmeye zorlanarak mülteci haline getirildiler.

Aşırılıklar Çağı’nda -Eric Hobsbawm’dan mülhem- karşısında dengeleyici herhangi bir unsur bırakmayan ABD mikro savaşları Ortadoğu ile Asya’ya yaymakta sakınca görmedi.Bu süreçte küresel paylaşım politikalarına 11 Eylül Saldırıları ile birlikte İslam dünyası’ndaki geri kalmışlığı kılıf olarak giydiren küresel güç kendisine yardımcı sıfatıyla El-Kaide gibi örgütleri seçmekten kaçınmadı.Yaşananlar gösteriyor ki tıpkı Taliban gibi El-Kaide de CIA destekli Pakistan istihbaratının Sovyet İşgali altındaki Afganistan’da yarattığı Yeşil Kuşak Teorisi’nden kalma kötücül mirastır.Türkiye bu kanlı coğrafyanın tam ortasında üstelik.

10.000 yıllık yerleşik hayata geçiş maceramızı bir yana koyduğumuzda son 20 senede ne kadar çok acıyı bir arada yaşamışız.Kanlı değişim dönemlerinde geçmişe dönüp bakmak olayları irdelemek açısından önemli işleve sahip.Etrafımıza sürüp giden karmaşıklıktan başımızı kaldırırsak tarihin kırıldığı anlardan bir yenisine şahitlik ediyoruz diyebiliriz.Bitti denilen milli devletlerin yerine neyin konacağı somutlaştırılmadan boz bulanık ortamdan kurtulamayacağız anlaşılan.

Irak,Afganistan,Pakistan,İran,Yemen,Sudan,Somali,Türkiye…Daha sayayım mı?Kanın oluk oluk aktığı periferimizde devlet otoritesinin yitirildiği Neo-Fetret Dönemi yaşıyoruz sanki.”Kalıpları yıkıyoruz!” diyerek yerine yenisine koyamayacağımız değerlerin erozyona uğratılması yozlaşmanın yarattığı toplumsal bilinç kaybına derinlik kazandırıyor.

Muazzam büyüklükte toprak kaybıyla sonuçlanan ilk dünya savaşı bize Türkiye Cumhuriyeti’ni kazandırırken II.Dünya Savaşı ertesi bu diyarlara çok partili hayat buyur edildi.Soğuk Savaş döneminde baskıcı devlet erkinin sınırlandırması çabalarına karşılık -darbelere rağmen- cılız demokratik gelenekle yolunu bulmaya çalışan yönetimler sadece genel oy tanımına uyan biçimsel demokrasi sayesinde iktidara getirildiler.Aşağı yukarı 60 senelik çok partili siyasal tecrübenin yarı zamanında etnik kimlik isteklerinden büyüyüp şiddete mahkum edilen Kürt Sorunu’yla başbaşa yaşadık.Siyasi taleplerin silahla kazanılması tercihi devlet gücünün giderek militerleşmesine sebep olan gelişmelerin önünü açtı.

Demokratikleşmenin gerisinde yatan en önemli güç sayabileceğimiz sanayi devriminin dengeli biçimde kotarılıp sınıf bilincine sahip şehirleşmiş orta tabaka yaratılamadığı sürece Türk modernleşme projesi cemaatleşip içe kapanan toplum yapısına ek olarak dış etkilere -Okyanus ötesi odaklar- açık bir kimlik ediniyor.

12 Eylül Referandumu’nun hemen ardından ülkemizde yaşanan tartışmalara göz atarsak dev adımlarla değişen dünyamıza ayak uydurmaya çalışan halkımızın sınıf bilincinin örselenmesinden dolayı bastırılmış etnik ya da dinsel kimlikleriyle yeniden var olma sancılarına tanık olduğumuzu söyleyebilirim.Üstelik hızla gelişen Anadolu sermayesi varken bu düşüncemi dillendirmem biraz bilmeyen cesareti bile olsa.

Tarımsal Kapitalizm Dönemi’nden Sanayi Kapitalizmi’ne sağlıklı biçimde geçemeyen kırsal kesim insanı şehir hayatında da devlet merkezli rant dağıtımı işine katılma geleneğini devam ettirmeye halen niyetli.Köyde kalmış olması gereken ağalık müessesesinin yerini seçimle iş başına gelen başbakanlar,bakanlar,belediye başkanları ya da bürokrasi kökenli valiler,emniyet müdürlerinin aldığı çok partili hayat adil gelir dağılımını bir türlü sağlayamadığı gibi demokratikleşmenin çorak kalmasına yol açtı. Sadece AB istiyor diye reformlar kotarmak zorunda kalan ülkemizin zamanı gelince tam üye yapılacağını düşünmek hayal gibi bir şey.

Değişimin motor gücünü düzenleyen ekonomik altyapı Cumhuriyet boyunca siyasi iradenin bilinçli biçimde Türk topraklarında sermaye kesimine sürekli imkanlar sağlaması yüzünden yoksullukların, yoksunlukların çoğalmasına yol açtı.Geçmiş 250 senede Endüstri Devrimi’nden geri kalmamız garabeti yanında -matbaanın icadı kadar önemli sayılan- İnternet Devrimi’ni ıskalıyoruz.

Yaşadığımız şu zamanda gerçek gündeme farkındalık getirmeme ayıbı gelecekteki günlerde geriye dönüp baktığımızda çağımızı yönlendiren yenilikleri kaçırmamızda en önemli sebep olarak sunulacak bana kalırsa.

Bana kalırsa krizlerin büyütüp hiçbir zaman gündemden düşürmediği esas konu hala tam anlamıyla kıvamını bulamamış orta sınıfın belinin kırılmasıdır.Mahalle veya köy hayatından kalabalık şehirlere göç ettirilen halkımız unutmak zorunda bırakıldıkları etnik ya da dini kimliklerini düştükleri yoksulluk girdabıyla birlikte yeniden talep ediyorlar. Ekonomik büyüme masallarına hala inanıyorsanız toplum çapında gitgide büyüyen -silahlanma ve uyuşturucu kullanımına yakından bağlı- bireysel terörü göz ardı etmemeniz gerekir.Yozlaşan gelenekler terörü yaratırken dinin inanç alanından çıkarılıp ideoloji haline getirilmesi siyasi talepleri muhafazakarlaşma yönünde olan kitleleri linç kültürüne yakın kılmaktadır.

Soğuk Savaş Dönemi’nin Yeşil Kuşak Teorisi’nin sahneyi terkedip yerini Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ne bırakması İslam coğrafyasında kanla yazılan tarihin kırılma anlarını bizlere hatırlatırken yaşanan olaylar insana korku veren kötücül senaryonun yeniden çevrildiğinin kanıtı sanki.

Küresel Finansal Kapitalizm dönemi 2008 Krizi ile birlikte çeper değiştiriyor.Savaşların ülkeleri -özellikle ABD ve İngiltere- mali açıdan zora sokması borca meftun ekonomik altyapının çıkmaz sokak levhası. Dünya çapında ikinci dip dalganın yaşanıp yaşanmayacağı tartışılırken 2011 ve 2012 yılları bizim açımızdan önemli sorunları beraberinde getirecek oysa.Bu topraklarda çoğumuz yukarıda adı geçen senelerde Tayyip Erdoğan’ın Başkan veya Cumhurbaşkanı seçilip seçilmeyeceğini tartışıp dururken Bilgi Çağı’nı tıpkı Sanayi Devrimi dönemini ıskaladığımız gibi ıskalayacağız.Halkın cahil bırakılmasından medet umanların kimlerin hesabına çalıştığını bilemem ama insan kaynaklarımızın umarsızca heba edilmesi din görünümlü şirk toplumunun temellerini atıyor sağlamından .

Karmakarışık gündem maddelerini alt alta yazıp sonra bir kenara fırlatıp attığımızda halkın yoksullukla yaşadığı savaşı Altınşehir’in, Esenyurt’un, Bağcılar’ın polisin bile gündüz gözüyle giremediği arka sokakları açıkça anlatıyor.Sokakların söylediklerini dikkatlice dinlediğimizde fitili ateşlenmiş bombanın üzerinde oturuyorsunuz dediklerini duyar gibi oluyorum.

Yokluğun Dört Köşesi…

Perşembe günü Radikal Gazetesi ekonomi sayfasında yayımlanan bir haber dudak uçurtan rakamlar içeriyor.Habere bakılırsa İstanbul’un Maçka semtinde son kalan boş araziye Astaş Gayrımenkul şirketi tarafından yapılan lüks evler milyon dolarlara alıcı buluyor.Fiyatı 6.5 milyon $’dan başlayan en lükslerinden 800 bin $’lık penthouse sayılanlara kadar tasarımcılığını Giorgio Armani’nin yaptığı konutların Mayıs ayından bu yana %70’i satılmış.Metrekare fiyatı 10.000 $’ı bulan rezidanslarda bizim evlerimizden farklı hangi özellikler mevcut merak ediyorum?Bir de buraları satın alanların geçen seneki vergi matrahlarını…Ne diyelim,güle güle otursunlar!

Doğru söze sevdalı bizim gibi kalem aşıklarının toplumdaki farklılaşmalardan tutun varlık yokluk adaletsizliğine, yolsuzluklardan tutun kardeş kavgasına kadar bir diziyi konuya ısrarla kafayı takmış bulunanları için haberin anlamı kapladığı sütunlardan daha büyük. Referandum sonrasında “EVET” oylarının fazla çıkmasından garip bir zafer edasıyla derman umanlar acaba o konutların kapısının önünden geçebilecekler mi?Yoksa Maçka nerede yer alıyor haberdarlar mı?Yukarıda anılan semtin Trabzon’un şirin bir ilçesi olmadığı kesin.

Peki,referandum kampanyalarında 12 Eylül tarihinde “HAYIR” diyecek olan bizleri koskoca Türk kamuoyu önünde darbeci diye adlandıranlar toplumda yarattıkları varlık yokluk kavgasının Anadolu’dan başlayıp kendi yaşadıkları mahallelere kadar uzanan izdüşümlerini nasıl açıklayacaklar?

Laf kalabalıklığını bir yana bırakırsak şu sözleri söylemek isterim.Orta sınıfı çöken Türk işi sosyo-ekonomik yapı ulaştığı farklılaşma uçurumu ile tehlikeli gelişmeleri gören gözlere anlatıyor.Amiyane tabirle bu saatten sonra Tayyip Erdoğan başkan olsa ne yazar Cumhurbaşkanı olsa ne yazar.Yıllardır harislikten dolayı gözlerini kör eden çekişmelerini halka yaptıran siyaset esnafının ülkeyi getirip bıraktığı son nokta işte bu.7 milyon dolara alıcı bulan rezidanslar,trilyonlara satılan arabalar,50.000 milyara televizyonlar…Fiyatların alıp başını gitmesi Altınşehir’de, Başakşehir’de,Esenyurt’ta,Bağcılar’da aç kursakların geceleri yatağa girme acısını yaratıyor.

Hani biz müslümandık?Komşumuzun hali umurumuzda bile değil.Yabancı antropologların Gazi Mahallesi’nde yıllardır gezinmesi cemaat tayfasını ürkütmez nasıl olsa.Şu anda Hanefi Avcı’yı harcama telaşındalar.Onların timsah gözyaşları taş kalplerinde saklı ölmez bir pınar.

Koltuğunu kurtarmak için Başbakan’a yaltaklananların halini görünce insan başka türlü üzülüyor.Emin Çölaşan, Bekir Coşkun,Mustafa Balbay,Tuncay Özkan.. Türk basınında bir yerlere gelmiş muhalif isimleri Ergenekon Darbesi’nden dolayı içeri atmak aynı markalı dini bütün vicdanın ürünü olsa gerek.Tıpkı eski emniyet müdürlerinin sevgililerini açıklama alçaklığına düşen Cemaat A.Ş.gibi.

Erkeklik bile iğdiş edilmiş bu topraklarda.Yüreklerinde delikanlı olanlar utançtan sokağa çıkamaz durumdalar.Yok yok kendi hallerinden korktukları için değil, şerefsizliğin,puştluğun en geçer akçe olduğunu görmemek için.Daha fazla yazmamalıyım… Küfür sinkaf arkadan geliyor yoksa…

HAKİKİ DİP NOT:Sevgili editör yukarıda küfürlü kelimeler kullandım biliyorum.Eğer kanlı canlı insansan bu adamlara az bile yazdım inan bana.Sabah sabah yüreğimde kopan fırtınalar coşkun ırmak misali sözlerimde balkılandı.Yayımlamazsan da varsın canın sağolsun.Öpüyorum seni…

Bilginin Efendisi…

Sabah sabah kargalar daha kahvaltısını yapmadan biraz felsefe yapalım. İsterseniz kendimce kotardığım bazı açıklamaları yaparak konuya başlayayım:İnsan,şeylerin doğası hakkındaki bilgiyi duyu organları aracılığıyla elde etmektedir.Aklın daha geniş anlamda ifadesi olan zihin ise elde ettiği dış dünya verilerini saklayıp koruyan,anlamlandıran melekedir. Özne ile nesne arasındaki ilişkiyi kavramak olarak adlandırabileceğimiz bilgi edinme süreci ile insan aklı düşünerek olgular arasında anlamlı sonuçlara varır.

Burada kulağa basit gelen ama merak ettiğim bir konuyu sizlerle paylaşmak isterim.Soyumuz yaşam macerası boyunca varoluşunu evrim(değişim) kavramı sayesinde koruyorsa zihin dış dünyadan elde ettiği şeylerin bilgisini nasıl güncellemektedir?

Yukarıdaki soruya vereceğim cevap kısaca şöyle:Zihnimizde saklanan bilgiler değişim süreci boyunca ait olduğu dış dünyaya fiil olarak geri döner.Harekete geçmiş düşünce diyebileceğimiz insan eylemi zihne ait şeylerin bilgisini doğada sınayarak yeniden üretir.Dış dünyada fiilen sınanan şeylerin doğası insan aklında anlamlı sonuçlara varmak üzere zihnimizde tekrar yerini almaktadır.Bana kalırsa değişim dinamiğini ya da fikirlerin gelişmesi olgusunu kısacası tüm doğayı kavrama çabasını insanoğlu evreni zihninde yeniden yaratıp ona anlam vererek sağlar. Eylem bu değişim sürecinde akılla el ele vererek tutarlı bir yöne doğru yürümeye çalışır.

İşte bu tür aydınlanma çabasını evreni daha iyi anlamak olarak da görebiliriz.Öznenin kendisine sorduğu,aklında yarattığı sorularla çözüm aradığı ve soylu bir merak duygusunun bu sorulara eşlik ettiği felsefe disiplini bilginin efendisi olma yolunda zihnimizin en büyük yardımcısı sayılabilir.Hatta ve hatta bilimlerin bilimi diyebileceğimiz paradigma koyan düşünbilimdir.

Varlığımızın mümkün kıldığı her şey hakkında bilgi sahibi olma merakı insan doğasının düşünen yanının göstergesi aynı zamanda.Tarih boyunca her şeyden şüphe ederek doğruyu arama çabası insanlığın ortak bilgi havuzunu yukarıda andığım bilgilerle doldurmuştur.Önyargılar,dogmalar ya da kalıplar fikirlerin bu çetin savaşında diyalektiğin karanlık yanını teşkil etmektedirler.Bilginin kara maddesi diyebileceğimiz dogmatik düşünce hayatın özünde varolan,evrilip değişebilen fikirlerin aslında değişmez olduğunu savunarak inancı felsefeye dahil eder.Sadece sezilebilen, soyutlanmış bilgilerle kotarılmış metafizik;felsefi aklın her şeyden şüphelenen yönü karşısında inancın alanına sığınır.Bilinemezcilik düşüncesi dogmatizme karşı sunulan bu tür bir anti tezdir.

Zihnimizin usa vurarak pratiğe çevirip değiştirdiği dış dünya bilgisi varoluşumuzun metafiziğe karşı verdiği düşünsel bir tepki değil mi?Yüzyılların insanlığa bıraktığı miras aklın gerçeğe dayanan soyutlamalarla ayağı yere basan fikirleri yaşama kavuşturmasıyla mümkün olabilmiştir.

İşte felsefe disiplini bilginin efendisi sayılan ulusların ellerinde tuttukları en büyük silah.Üretim süreçlerini sanayi devrimiyle yetkinleştiren batılı uluslar akla önem vermeyen toplumlarla aralarındaki uygarlık farkını giderek açmaktadırlar.Küreselleşmenin getirdiği global köy sanrısı Medeniyetler Çatışması ile hayata geçen Batı-Doğu farklılığını gideremiyor.Günümüz dünyasının gerçeği kısaca şu:Ürettiğin bilgi kadar yaşamdan pay almaktasın…

Bu İşlerin Devamı…

Dikkat edilmesi gereken derecede gerginlik siyaseti izleniyor son zamanlarda.Tırmandırılan çatışma ortamının kimlere yarayacağı ise hemen hemen ortada.Bugüne kadar bencilce yapılan yanlış hesapların getirdiği daha fazla yoksulluk,yabancılaşma ve adaletsizlik sayesinde gelecek günler gitgide içinden çıkılması zor bir kördüğüme dönüşüyor.Sorun, AKP,Tayyip Erdoğan, Ergenekon,İsrail ya da ABD İttifakı değil bana kalırsa sorun;irademizi doğru mecralardan doğal bir şekilde kamuoyu sesi haline getiremememiz.Gazze için ortalığı yıkanlar neden şehit askerler için aynı tepkiyi göstermezler?Hrant Dink alçakça vurulunca “Ben Ermeniyim!” diyen sol cenahın insanları neden benzer hassasiyeti kimlik siyasetine bulanmış Açılım safsafatalarına karşı dile getirmiyorlar.İnsanlar öldükten sonra atılan gecikmiş ve eksik adımlar son maden kazasına “İşçilerimiz güzel ölmüşler” diye niteleyen bakanların şaşkınlığına benzemekte.Bakanlar gerçeklere bakmayanlar kadar kör,sağır ve dilsiz kalırlarsa o siyasileri seçip koltuklara ram edenlerin yanlışlarını çok görmemek lazım.

Savaşı siyasetin devamı olarak gören strateji dehası Clausewitz bile insanların silah kullanıp birbirlerinin canını almada bu denli mahir olmalarını herhalde açıklayamamıştır.Alet icat ederek yegane düşünen varlık olduğunu ispat eden ademevladının vicdanını nereye sakladığını da sanırım merak etmiştir.En azından ben merak ediyorum.

Şiddetin bu denli yaygınlaşması gerçeğini, hatta ve hatta çağımızın vebası sayılmasını önlemeye kalkışmak Gazze,Irak,G.Doğu,Afganistan ve benzeri tüm acıların unutkanlıkla örtülmesini sağlayan sebepleri yaratan biz sokaktaki insanlarız.Herşeye boyun eğip geçen,hakları için kıyasıya savaşmayan,ufak çıkarların adamı olan bizler..İrademizi kiraya vermemizin sonucu akıl tutulmalarına boğuluyoruz.Özümüzü yok eden insan ve doğa düşmanı herşeyi ayakta alkışlarken bu hipnoz ortamında en fazla efsunlanan isim hiç soluk almadan koltuklara oturarak halklara önderlik ediyor.

Çoğunluk aydınlar ya da benim gibi yarı okumuşlar asli kavramların içini boşaltarak kendi zihinsel sapkınlıklarını ideolojilerle zenginleştirip kitlelere bol kepçe servis yapıyorlar.Düşüncelerini hayattan almayan biz yarı aydınlar sokaktaki insanın zorlu gerçeği hayattan almasına dudak bükerek kitabi bilgileri dogmalar halinde yaşam anayasasına dönüştürüyoruz.

Değişim,dinamizm,doğanın diyalektiği kalıpların donmuş dünyasında nerede saklı kalıyorlar?Aydınların,okumuş yazmışların şiddetin bu denli yoğun yaşanmasında esas unsur sayılmaları yanlış bir saptama değil bana kalırsa.Mevcut durumun analizini yapıp süslü cümlelere dönüştürmenin, zıtların çatışmasını halktan saklamanın kalemşörleri sayılıyoruz insanlar arasında.Kimsecikler bize güvenmiyor bizse kendimize hiç güvenmiyoruz. Hayat karşısında cümlelerimizi cesaretsiz sızlanmalarla yarım ağız geveledikçe tarih önünde gerimizi kusursuz biçimde kuran patronların hıh deyicisi sayılmaktan öte bir rolümüz olmayacak.

İnsanlık krizinin,özü doğadan koparılmış bireyin zavallı yalnızlığına sebep iktisadi model olduğunu söylemek yavan kalmış bir şarkı…Çarenin arandığı dönemlerin kaosunu yaşıyoruz şimdilerde.Modernizmin yaratıcısı diyebileceğimiz savaşlar son 20 yılda ekonomik krizleri yarattıkça özgürlük arayışımız had safhaya ulaştı.Yakın coğrafyamızda bireysel terör ya da kitlesel terör örgütlerinin yaygınlaşması umutsuzluğun göstergesi. Komşusu aç yatarken kendisi tok yatanın mümin sayılamayacağı bir kültürden en ahlaksız münafıkları yaratmak alet kullanma becerimizi aşan insan kullanma sanatının doğal bir ürünü.Tıpkı Gazze’ye gidecek gemiye binecek yüreğe sahip olmayıp masum insanları İsrail askerlerinin merhametine emanet etmek gibi.

Kılıçdaroğlu…

Deniz Baykal’ın istifasının ardından yapılan 33. Olağan Genel Kurultay’da CHP delegeleri yeni genel başkanını seçti.O isim Kemal Kılıçdaroğlu…1189 oyla Genel Başkan’lığa getirilen Kılıçdaroğlu,yeni sol,yeni CHP kavramlarının içini dolduracak mı?Bu soruya verilecek cevap hepimiz için merak konusu.Neye muhalefet edildiği bilinemeyen boşa kaybettiğimiz yıllarda toplumdan kopuk bir grup yaşlı siyasetçinin karargahı haline gelen Cumhuriyet Halk Partisi yeniden halka arz edilecek mi?Koltukları sahiplenenler yüzünden yüzyıllık yalnızlık yaşayan CHP seçmeni umduğunu bulabilecek mi?

Gandi Kemal,gülümseyen yüzüyle yeni bir siyaset anlayışının temelini atabilir.Bu istek ise ancak ve ancak zihniyet değişimiyle gerçekleşecek.Delege hesabına dayalı particilik kavramı yönünü halkın isteklerini dikkate alan kitle particiliğine çevirme becerisini gösterirse ülkemiz yeniden çağdaş sol politikalara yelken açabilir. AKP’nin toplumun genelinde yarattığı kutuplaşma tehlikesi bu sayede önlenebilir bana kalırsa.Kılıçdaroğlu, işsizlik ve yoksulluğun iç yakan yaygınlığını gerileten sosyo-ekonomik politikaları hayata geçirdiği takdirde sakin,sessiz kimliğinin aksine gelecek yıllara damgasını vuracak isimler arasında gösteriliyor olacak.

Son 10 yıldır iyiden iyiye kötü yönetilen bir Türkiye iç çatışmalarını sokaklara taşıyan tehlikeli bir tabloyu önümüze seriyor.Savaşın adı ise:Varlık-Yokluk Kavgası’dır.Açlığın çocuk nefeslerinde saf tuttuğu iane usulü ekonomik paylaşım modeli bu sebeple iflas etmiştir. İnsan hayatının tesadüflere terk edildiği Ortadoğu ülkelerine benzeyen bir cemaat toplumu olma tehlikesini orta sınıfı yeniden dirilterek aşabiliriz.Şu anda gerçekçi sol politikalara ne kadar çok ihtiyacımız var.

Türkiye derin bir ekonomik kriz yaşıyor.Bu sarsıntının topluma,hukuka ve siyasete yansımasını son on senedir belirgin bir biçimde görüyoruz.IMF destekli politikalar gelir dağılımını korkunç bir şekilde bozarken kamuya ait varlıkların ucuz biçimde satışına dayanan özelleştirme furyası ile ulaşılan borçlanma oranı kantarın topuzunun kaçtığının işareti. Özellikle,Doğu ve G.Doğu öncelikli olmak üzere tüm Anadolu’da kan ağlayan çiftçimiz, işçimiz, emeklimiz,memurumuz yeni ve umut veren günlerin hasretini çekmekte.İçin için kaynayan kitleler yakaladığı en ufak fırsatta sıkıntılarını şiddet diliyle dışa vurmaya eğilimli.Bu sebeple CHP’deki değişim özünün yakalanabilmesi için sistemli bir yenileşme hareketi elzem.Demokratik bir parti yapılanmasını,yeni fikirlere açıklığı,eleştiriyi kabul edebilme yeteneği ile hırsızlık-yolsuzluk yapmamak… gibi değerleri içselleştirdiği sürece Türk halkı böyle bir CHP’yi siyaset arenasında her zaman talep eder.Aksi durumda Gandi görünümlü bir Baykal herkesi hayal kırıklığına uğratır.

Siyasette sürpriz gelişmeler yaşanırken yakın zamanda bizleri iyice şaşırtacak değişiklikleri görebiliriz.Ekonomik depremle sallanan altyapı, üstyapıya darbe üstüne darbe vuracak.Baykal gitti,sıra Recep Bey’de…

Dialektik…

Tarih boyunca değişim kavramı çeşitli düşünce yöntemlerinde arandı durdu.İnsanoğlu gücüyle kendisini korkutan doğa olaylarını yorumlamak için önceleri dini açıklamalar ve eylemleri denerken zamanla alet kullanmanın getirdiği üstünlükle doğaya egemenlik sağlamaya başladı. 10.000 yıldır süren bu macerada dönem dönem yaşanan parlamalara gerilemeler eşlik etti.Batı Medeniyeti’nin sonraları modernizme yol açan fikri devrimleri ise kendisinden önceki uygarlıkların atılımlarını geliştirerek yenilemesiyle yaşandı.Ortaçağ boyunca taasubun yarattığı karanlığa rağmen akla verilen önem sayesinde gelişme önce içten içe sonraları hızlanarak sürdü.

Felsefenin bu macerada etkisi yadsınamaz bana kalırsa.Düşünce ufuklarını ilerletmeye yarayan akıl yorma biçimleri insanlığın,tarihin, medeniyetlerin,altyapının çelişkilerle ilerlediğini öne süren diyalektik materyalizm ile üst düzeye çıkmıştır.Bu sayede idealizmin getirdiği kavram ve düşünüş farklılıklarına materyalizmin getirdiği eleştiri ile karşıt tezler yaratıldı.Diyalektiğin bir düşünce yöntemi olarak kullanılmasıyla birlikte felsefe tarihi önemli bir dönüm noktasına şahit oldu.Hegel’in idealizme uyguladığı bu yeni boyut Karl Marx’ın diyalektik materyalizmi ile birlikte yepyeni bir düşünce biçimi halini almıştır.Felsefenin anlaşılmaz akıl yormalarının aksine tarihin tez-antitez-sentez biçiminde ilerlediğini öne süren Marxist düşünce sosyalizmin insanlığın fikir aleminde yepyeni bir düzeye kavuşmasına neden oldu.

Kuru bilgi halinde devam eden denememi şöyle devam edeyim.Evrendeki olayların atomların farklı görünümlerinde başka bir şey olmadığını öne süren materyalizm yaşamı maddi açıdan yorumlar.Din,ruh, töz,tanrı… gibi idealist felsefeye ait kavramlar bir kenara atılır.Tüm bunların kaynağı maddedir.Hayatın engin akışında tez-antitez-sentez biçiminde ilerleyen insanlık alemi gelişmenin motorunu fikirlerini diyalektik eleştiri süzgecinden geçirerek ortaya koymalıdır.Ne yazık ki dogmatizme en büyük eleştirileri getiren diyalektik materyalizm zamanla dogmalar arasında yerini almıştır.

Konuyu daha iyi anlatmak için örnek vermek gerekirse ekonomik krizle birlikte altyapıdaki değişim AKP’yi hükümete taşımıştır.Altyapının üstyapıyı etkilemesi sonucu yaşanan hızlı değişim toplumun düşünce yapısında şekillenen antitezin bir sonucudur.DSP-MHP-ANAP Koalisyonu tez olarak kabul edilirse antitez Adalet ve Kalkınma Partisi’dir.Değişimin motor gücünü 2001 Krizi oluşturmaktadır.Sentez ise yine 2008 yılında iyiden iyiye açığa çıkan ekonomik çalkantıyla başlamış ve sosyal değişimi tetikleyen bu dinamik siyaset kurumunu altüst eden değişikliklerle kendi antitezini yaratmıştır.Deniz Baykal ve felsefesi tez olarak kabul edilirse Kemal Kılıçdaroğlu ideolojisi antitez olarak okunabilir.Sağ tez olarak alınırsa sol bu fikrin antitezidir.Hayatta gerçeklikler antitezler biçiminde karşılığını bulur.Bu düşünsel akış senteze ulaşıncaya kadar sürer gider. Sentez ise kendi antitezini yaratan yeni bir başlangıç noktasıdır.Doğadaki gelişme dinamiği zıtların birlikte var olması ve çatışmalarıyla yeni yollara kavuşur.

Kısaca özetlediğimiz diyalektik felsefe gücünü zıtların çatışmasından alan dinamik düşüncedir.Kendi fikirlerimize baktığımızda aynı anda zıtlıkları görebilmeyi öngören ve olaylardan sentezler çıkaran bu düşünce tarzını içselleştirirsek yaşam maceramız daha da zenginleşecektir bana kalırsa.

CHP,Sol,Erdoğan ve Gelecek Günler…

Yakın zamanların taze pişirilmiş kaosu son gelişmelerin yanında meze sayılabilir.Gelecek günlerin hazır mutfağında herkesin yiyemeyeceği kadar zor bir aş kotarılırken insan bu gelişmeleri tam anlamıyla yorumlayamıyor.İnternet üzerinde CHP Ankara milletvekili Nesrin Baytok ile uygunsuz görüntüleri yayınlanan Deniz Baykal en sonunda siyasetten uzaklaştırıldı.Başka türlü hiçbir demokratik yoldan CHP’nin başından gitmeyecek olan ve ebediyet arzeden genel başkan koltuktan elini eteğini bu şekilde çekmek zorunda bırakıldı.Yazık… Zamanında yerine uygun bir isim seçilmesine karşı çıkan Baykal şimdi dut yemiş bülbül gibi.Özel hayatı kendisini ilgilendirmekle birlikte bunca seçim kaybeden herhangi bir liderin partisinin başında kalmasında biz seçmenlerin değişime karşı amansız direnişimiz ve boş vermişliğimizin etkisi sanıldığından daha fazla bana kalırsa.Neyse, Deniz Baykal hafızalarımızda dürüst ama başarısız bir siyasetçi olarak kalacak.Hatta ve hatta bu döneme ilişkin sırlar etrafa saçıldığında ana muhalefet partisi liderinin iktidarın başındaki Recep Tayyip Erdoğan ile ne kadar içli dışlı olduğu ortaya çıkacak.Siz bakmayın siyasetçilerin kanlı bıçaklı göründüklerine,o anlı şanlı isimler Meclis’te kavga ederlerken bile arka bahçelerinde yaptıkları tavla müsabakalarını hesap ederler.Üstelik bunda şaşılacak bir şey yok.Politikanın çok yüzlü değirmeninde kendi tarlasına su taşımak için yapılan ayak oyunları şeytanla ittifak yapmayı hep akla yakın tutar.1980 öncesindeki terör ortamında liderlerin tartışmalarının sağ-sol çatışmasını ne kadar körüklemiş olduğunu hepimiz biliyoruz.Bu hesaba bakılırsa cadı kazanında kim bilir daha ne akıl almazlıklar kaynatılacak.

Ekonomik hareketlenmenin başladığı yılın ilk üç ayının ardından gelecek altı aylık dönem boyunca sakinlik kelimesini unutacağımızı nacizane söyleyebilirim.Yeni çalışmaya başlayan organların atık ifraz etmesi gibi hem ülke ekonomisi hem de CHP tıkanıkları aşarken yarattıkları basınç ile bünyelerindeki paslı çivileri söküp atarlarken sosyal değişimi hızlandıracaklar.Bu gelişmelere Kürt Açılımı’nın söndüremediği terör yangınını veya dış politikadaki mehter havalarını da ekleyebiliriz.

Türk siyasi hayatında dönüm noktası sayılabilecek olaylara şahit olma şansına sahibiz.Seçimlerin ardından sosyal devlet kavramının ve demokratik hakların gelişmesini,halkın alım gücünü yükselten politikaların izleneceğini tahmin edebiliriz.İane usulü gelir dağılımı zihniyetinin sonuna gelinmesi bana bu kadar kesin tahminlerde bulunma ayrıcalığını veriyor,dilerim yanılmam.Sosyal demokrasiye en fazla ihtiyaç duyulduğu bir zamanda CHP’de yaşanan kan değişimi seçimlerde her alternatifi deneyen seçmene yeni bir imkan sunacak.Bu seçeneğin adı:Kemal Kılıçdaroğlu ve yenilenmiş CHP…Artık arkaik hale gelmiş Baykal ile arkadaşlarının yerine seçilecek dinamik,dürüst, sorunlara doğru çözüm önerileri getirecek isimler geniş kesimlerin dertlerine derman olabilirler.

Anayasa Mahkemesi’nin referanduma gidilmesine neden olan anayasa değişikliklerini iptal etme ihtimali erken seçimi gelecek yaz günlerinde sürekli gündemde tutacak gibi.Deniz Baykal’ın siyasetten uzaklaştırılmasının ardından sıra Recep Tayyip Erdoğan’a gelecek bana kalırsa.Tabii bu siyasi falda üç vakte kadar kendisine Yüce Divan yolu gözüküyor.

DİP NOT:Bu arada Fenerbahçem’in başına Deniz Baykal gelebilir.Nasıl olsa Aziz Yıldırım yönetiminde de kulüp hep ikinci oluyor,yok birbirlerinden bir farkı…

Bilgi ve Algı…

Yaşadıklarımızdan edindiğimiz deneyimler olayları kavrayışımıza neden olan algılarımızı şekillendiriyor.Olumlu veya olumsuz yargılarımızı meydana getiren algıda seçicilik kavramı hayata bakış açımızın temel motifi sayılabilir. Düşünen aklın gerçek bilgiye ulaşma çabası sayabileceğimiz felsefe disiplini,ruhsal dinginlik,NLP,Uzakdoğu fikir demetleri…gibi kültürel kaynakları kullanarak algılarımızı yenileyip verdiğimiz kararlarda yaşayacağımız değişimi kolaylıkla gözlemleyebiliriz.Kalıpların durağan dünyasını yıkıp yerine değişimin dinamik yapısını koyarak insanın zengin kavrayış biçiminin zaferini sağlamak zor bir iş mi?Her verdiğimiz kararı birilerine danışmaktan öte doğru düşünce şeklini edinmek bizden sonrakilere miras bırakacağımız en kalıcı değer bana kalırsa.

Yarın bugünden daha olumlu bir bakış açısına ulaşmak gibi bir hedefimiz varsa beynimizi daha verimli biçimde kullanmalıyız.Düşünceler dünyasında ileriye dönük yolda atacağımız her adım yeni bir kişisel muzafferlik sayılmalı.Yaşamın sonsuz zenginliğinde maddi ya da manevi keşifler yapmak,umutla daha iyiyi aramak,bilgi dağarcığını genişletmek gerçek bilgiye ulaşan yolda atılacak en önemli ama bir o kadar minik devrimsel atılımlara bağlı değil mi? Soru sormaktan çekinmeden daha iyi bir kişiliği hak ettiğine inanarak yola çıkmak her günkü maceramızda mutlu bir anın bize sağladığı ayrıcalığı geri kalan tüm ömrümüzde saklamak keyfini getirecek.

Sakın sizlere karmaşık gelmesin cümlelerim.Özünde herkesin sahip olduğu bir şeyi taşıyoruz.Buna ruh,töz,öz adlarını verebiliriz.Dinsel ya da sipirütüel kavramlardan olanca kaçarak anlatmaya çalışacağım.İnsanlığın binlerce yıllık macerasında bize miras kalan bir çok kavram,kurum,davranış kalıpları veya medeniyet bizden 10.000 sene önce yaşayan büyüklerimiz sayesinde şekillenmişken teknolojik gelişmeler,sanayi devrimleri fiziksel varlığımızı özümüzden uzaklaştırdı.İnsanın özgürlük arayışında modernizm tuzağına düşmesi daha iyi bir hayatı hayal bile etmesini güçleştirdi böylelikle.Bilgiye ulaşma kanallarının çeşitlenmesine rağmen hayat tarzlarının yeknesaklaşması birbirine benzeme fetişinin eseri.Herkes Batı Dünyası ve bireylerine benzer biçimde yaşamak isterken yerel kültürlerin zenginlikleri bu sıradanlık furyasında kayboldu.Dillerin,kültürel kurumların,bambaşka bakış açılarının yitirilmesi insanlık ailesini birbirine düşman haline getirdi.Savaşlar,katliamlar,göçler,salgın hastalıklar,doğal afetler,nüfus patlaması… gibi problemler son 200 senede bu denli artmışsa aramızda imzaladığımız sosyal sözleşmenin değişmesi gerektiği gün gibi açığa çıkmıyor mu?Bunu değiştirecek ihtilal ise kişinin kendi hayatında başlayan bir kararla gerçekliğe kavuşabilir.Bu karar varlığımızı özgür kılmak azminden yola çıkan içgüdüsel bir adım bana kalırsa.

Yukarıda anlattıklarım doğadan uzaklaştıkça özüne yabancılaşan,yalnız bırakılmış insanın gerçek bilgiye ulaşma hevesine doğrudan bağlı bir durum.Bu yüzden algılarımızın gerçekçiliği ve onların değişebilmeleri son derece önemli. Algılarımızı yeniden biçimlendirirken yaşayacağımız ruhsal macera herkesin kendi hikayesini yaratabileceği bir mucizeyi müjdelemekte.Her anınızı bu umudu yeşertmek ve değişebilmek dileğiyle.