Hemen hemen son sekiz senedir Türkiye’de ağırlıklı biçimde kimlik tartışmaları üzerinden siyaset yapılıyor. Avrupa Birliği’ne tam üye olma ve uyum süreci ile alakalı diyebileceğimiz bu durumu iktidar partisinin pek sevdiği de ortada.Kendilerini yaşadıkları toplumun “zencileri” sıfatıyla değerlendiren politik anlayış-krizlerle yelken alan küreselleşme olgusunun milli devletleri parçalayıp dev şirketlerin boyunduruğu altına sokmaya çalıştığı döneme tam karşılık geldiği gibi- tartışmalara hevesle katılıyor.Şehirlere göçle başlayan ve yaklaşık 60 seneden bu yana çevrenin merkezi kuşattığı ve Kemalist bürokratik ideolojik çekirdeği tehdit eden yeni dalga,Türk sosyal hayatında bireyleri var eden kimlikleri sürekli gündeme getirirken konuyu azami özenle dillendirmek gerekir bana kalırsa.Şehirleşme,orta sınıfın güçlenmesi,burjuva kesiminin emek karşısında sınıf bilinci edinmesi gibi konular geri planda bırakılırken Laiklik,Türban sorunu,Cumhuriyet resepsiyonuna CHP liderinin katılıp katılmaması gibi biçimsel tartışma konularının öne çıkarılması tarih boyunca çözemediği önemli problemler karşısında şaşırıp hemen kılıca sarılan atalarımızın entellektüel refleks tembelliğiyle eş değer.
Örtük faşizmin kimlik talepleriyle demokratik yollardan iktidara geldiği savı yanlış olmasa gerek.Türbanlı genç kızların tekstil sektöründe sigortasız çalıştırıldığı,işsiz milyonların sokakları arşınladığı ama Mark Mobius ya da George Soros gibi spekülatörlerin halkın ürettiği değerleri tek cümle sarfederek İMKB’de yok etmesi gibi ekonomik bazlı güncel olaylar kendi merdivenaltı muhalefetini yaratıyor.Yaşananlar bana geçmişte 1838 tarihli Türk-İngiliz Serbest Ticaret Anlaşması’nı hatırlatıyor.Ardından Tanzimat Fermanı,Islahat Fermanı,I. ve II. Meşrutiyet İlanları ve Dünya Savaşı…1938’de ise Atatürk ölmüştü.Arada geçen yüz sene zarfında Osmanlı Devleti’nde kimlik talepleri isyanları beraberinde getirmiş,-geri kalmış üretim yapısından yaşam bulan arkaik kurumlarla el ele veren- yabancı güçlerin istilasına karşı yapılan savaşların ardından modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu.
Yakın tarihimiz de dahil olmak üzere toplum genelinde yüzyıllardır egemenlik kuran aşiret ekonomisinden edindiğimiz zihni kalıplarla günlük hayatı ve geleceği değerlendirmemiz Türk modernleşme projesine optik yanılsama ile bakmamızı beraberinde getiriyor.Devlet kurmaktan önce ordu kurmayı şiar edinmiş bir halkın göçebelikten kaynaklanan alışkanlıklarını türlü çeşitli bahanelerle kimlik algıları olarak göstermek konuya dar açıdan bakmakla eş değer.Etnik çeşitliliğin mecburi olduğu,yıkılan imparatorlukların bakiyelerinin evrim geçirerek yeni devletler halinde yaşama kavuştuğu Anadolu topraklarında son 700 senede İslamın birleştirici ve standart hale sokan anlayışı Türk kimliğini en az Kürtler ya da Ermeni,Rum,Yahudi kimlikleri kadar azınlık durumuna sokmuştur.Bu durumun sebebini ise devletin tüm üretim araçlarına sahiplenerek sadece mütegaliplere toprak bağışlaması karşılığında asker edinmek istemesiyle kısmen açıklanabilir.Fütuhhatın yavaşlamasıyla vergi gelirlerini yitiren,ticaret yollarına ulaşmakta geri kalan,teknolojik devrimleri ısrarla geriden takip eden Osmanlının milliyetçilik hareketleriyle karşı karşıya kaldığında sudan çıkmış balık haline gelmesi devletimizin Kürt Sorunu ile demokratikleşme talepleri karşısındaki aktif eylemsizliğine benziyor.
I. ve II. Meşrutiyet ilanları;birincisi 1854-1856 yapılan Kırım Savaşı’yla hayat bulan; diğeri ise hemen Balkan Savaşı’ndan önce gündeme gelen özgürlük taleplerinin şeklen karşılanması değil mi?Tüm bunlar devrimlerin altüst eden karmaşasına dönüşmeden önce evrimin sakin adımlarına benzemek isteyen içeriden kaynaklandığı kadar dışarıdan da destek alan değişim talepleriydi bana kalırsa.
Sırasıyla değinmek gerekirse 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin hemen öncesinde gerçekleştirilen savaş sebebiyle ara verilen meşruti macera 1908’de Makedonya başta olmak üzere Balkanlarda başlayan isyanlarla yeniden Meclis-i Mebusan’da halkın temsilcilerinin seçilerek göreve getirilmesi yeniliğini getirmesi yüzyıllardır tek otorite olan Padişah ve saltanat yakınları karşısında seçilmişlerin iktidarını Cumhuriyet’in çok partili hayatına kadim ama zayıf bir siyasi miras olarak bırakmıştır.Son 60 senede lider partilerinin kitle partilerine nazaran halktan bu denli güçlü destek alması pederşahi yönetim anlayışının temsili düzeyde yaşam şansı bulmasının göstergesi bana kalırsa. Muhafazakarlık ise dini hayatın eşraf-ağa-asker kesiminde rituellerden öte yaşam biçimi haline gelmesine yol açan ekonomik ve kültürel işgallere karşı gelişen tepkiydi.Yapılan her yeniliğe dine aykırı diyen gericilere karşı bizlerin her değişikliği laikliğe ya da cumhuriyete aykırı diye karşılamamıza benzeyen bir tepkisellik içeriyordu. Böylesi refleksler karşısında alınan ilk tedbir yöneticilerin orduyu kullanarak toplumsal muhalefeti susturmasını getirmiştir.Genelkurmay’ın ağırlığı Mustafa Kemal’den önce de vardı topraklarımızda.Üstelik etnik ve dini kimlikleri yeri geldiğinde tedip ve tenkil ederek bertaraf etmesi ile ete kemiğe bürünmüştü.İstediklerine karşılık baskı cevabını alan halkın silahla kıvam bulan duruma karşı cevabı ise kimliklerine sarılarak muhafazakarlaşmasını doğurdu.
Osmanlı’nın en uzun yüzyılında Sened-i İttifak,Türk-İngiliz Serbest Ticaret Anlaşması ya da Tanzimat Fermanı gibi geri kalmışlıktan türeyen,Batı Dünyası’nın iştahla desteklediği zorlama çabalar rasyonel düşünceye ulaşmamızda yaklaşık 500 senelik kaybımızı gidermeye merhem olamamıştır.Yaklaşık üç asırdır az gelişmişlikten büyüyen sorunlarımızı üretim ilişkilerinden soyutlayarak ya da ekonominin temellendirdiği sosyal hayattan uzak tutmak istemekle kendimizi kandırdığımız ortada.
Mevcut kutuplaşma ortamında Türklük,Kürtlük,Alevilik,Sünnilik… olarak sürüp giden ve kendimizi algılamamıza, tanımamıza,çevremizle olan ilişkilerimizde kişiliğimizi anlamlandırmamıza yarayan değerler demetini içeriğini boşaltarak değerlendirmek yanılgısına düşüyoruz.Toplumsal taleplerin devlet tarafından arz edilen özgürlük çeperine artık sığmak istememesi başta Kürt Sorunu olmak üzere temel problemlerimize çözüm sunma aşamasında sonuçsuz kalınmasına neden oluyor.Milli devlet biçiminde tasarlanan Türk Cumhuriyeti’ni yönetenlerin halkı ile karşı karşıya kaldığı netameli durumlarda siyasetle değil de savaş ve askeri vasıtalarıyla çözüm arama kolaycılığına düştüğünden beri toplumsal mühendislik zihniyeti şahikasına ulaşmıştır.
Dünden miras aldığımız kavramları yaşadığımız günkü anlayışla değerlendirmeye çalışırken elimizdeki veri ve olgularla hareket ediyoruz.Bunda yanlış bir durum yok,ama tarihin dün olduğu gibi şimdiki zamanda da iktidara sahip kişilerce yazıldığını kabul ettiğimizde halen bazı konulara gereğinden fazla önem verildiğini öne sürebiliriz. Yukarıda andığım sebeplerden ötürü herkesin kişisel düşüncelerini ötekine dayatmaya çalıştığı zihniyet ikliminde dogmalara varmak çözümlere ulaşmaktan daha kolay hale getiriliyor.
Tecrübeyle sabittir:Karşıtlarının çatışmasından beslenmeyen fikir dizileri kolaylıkla çürümeye mahkum hale dönüşmekteler.Endişeli laikler kadar bu ülkede cemaatlere mensup,tarikatların baskısı altında yaşamak zorunda kalan milyonlarca insan var.Onların daha iyi bir yaşamdan ziyade sahibinin sesi olarak biraz da zorlamayla dini ya da etnik meselelerini sürekli dile getirmeleri ben ve benim gibi yıllardır merkezde kalmış Cumhuriyet fikrine aşıkların çevreye (dindar veya Azınlık kitlelere) ulaşmadaki başarısızlığımız biçiminde açıklanabilir.Şimdi onlar merkez olmak istiyorsa bunda şaşıracak durum yok.Sınıf bilincinin cılız kaldığı buna benzer ekonomik koşullarda halkın ilk sarıldığı değerler etnik-dini bazlı yaşam talepleri oluyor.
Ekonominin değişim dönemlerinde geçim imkanının azalması benzer sonuçları yaratıyor.Yıllarca enflasyondan para kazanmaya alışmış nakit Türkiye’sinden kredi kartlarına ve bankalara borçlu halk yaratmak için krizler bahane edilmiştir.Kapitalizmin ulaştığı küreselleşme düzeyi üniter ve milli devletlerin parçalanmasını hedeflerken yeni pazarlara ulaşma konusunda devletleri,ideoloji ve dinleri engel olarak ekonomik yönetim modeli ülke sınırlarını muğlaklaştırıp kimlik tartışmaları yaratarak bireyler arasındaki uçurumları genişletiyor.Mikro savaşlar çağının başat değeri olarak kabul edilen paraya tahvil edilebilen inanç sistemleri yaşama şansı bulduğu sürece sınıflararası farklılaşmalarımız artacak.
TV reklamlarında Ali Ağaoğlu ve Sinan Çetin’in gevrek gevrek anlattığı “10.000 Peşin Daire Senin” kampanyasına benzer biçimde mutasyona uğramış neo-ağaların toplumun genelini kredi kullanımı için kışkırtarak elinde avucundakileri kendilerine teslim etmeye ikna etmelerinin ardından onları sürekli borçlu kılmakla ulaşmak istedikleri Türkiye manzarası yıllar önce kara kalemle çizilmiş üzerinde haki renkleri taşıyan kusursuz bir istismarlık anıtıdır.Tüm bunlar ise çağları aşıp gelen fakirlik rezilliğinden yol alıp yürür.
Muhafazakarlığa,kimlik taleplerine ve gündemi boş yere işgal eden tartışmalara bakarak gerçek tartışmayı insanların kendini ait hissettiği sınıfın hangisi olduğu konusunda yaşadığı kafa karışıklığı diye niteleyebiliriz.Bana kalırsa vatandaşlıktan birey olmaya evrilmeye çalışan modernleşme maceramız vatandaşlarını yeniden kendisini kul hissetmesine devşirmek isteyen güçlerle başlangıç noktasından ters yöne doğru hareket eden modernleşme projesi halini almaya başladı.Tünelin sonunda ne görülüyor hala net değil.