Bilginin Efendisi…

Sabah sabah kargalar daha kahvaltısını yapmadan biraz felsefe yapalım. İsterseniz kendimce kotardığım bazı açıklamaları yaparak konuya başlayayım:İnsan,şeylerin doğası hakkındaki bilgiyi duyu organları aracılığıyla elde etmektedir.Aklın daha geniş anlamda ifadesi olan zihin ise elde ettiği dış dünya verilerini saklayıp koruyan,anlamlandıran melekedir. Özne ile nesne arasındaki ilişkiyi kavramak olarak adlandırabileceğimiz bilgi edinme süreci ile insan aklı düşünerek olgular arasında anlamlı sonuçlara varır.

Burada kulağa basit gelen ama merak ettiğim bir konuyu sizlerle paylaşmak isterim.Soyumuz yaşam macerası boyunca varoluşunu evrim(değişim) kavramı sayesinde koruyorsa zihin dış dünyadan elde ettiği şeylerin bilgisini nasıl güncellemektedir?

Yukarıdaki soruya vereceğim cevap kısaca şöyle:Zihnimizde saklanan bilgiler değişim süreci boyunca ait olduğu dış dünyaya fiil olarak geri döner.Harekete geçmiş düşünce diyebileceğimiz insan eylemi zihne ait şeylerin bilgisini doğada sınayarak yeniden üretir.Dış dünyada fiilen sınanan şeylerin doğası insan aklında anlamlı sonuçlara varmak üzere zihnimizde tekrar yerini almaktadır.Bana kalırsa değişim dinamiğini ya da fikirlerin gelişmesi olgusunu kısacası tüm doğayı kavrama çabasını insanoğlu evreni zihninde yeniden yaratıp ona anlam vererek sağlar. Eylem bu değişim sürecinde akılla el ele vererek tutarlı bir yöne doğru yürümeye çalışır.

İşte bu tür aydınlanma çabasını evreni daha iyi anlamak olarak da görebiliriz.Öznenin kendisine sorduğu,aklında yarattığı sorularla çözüm aradığı ve soylu bir merak duygusunun bu sorulara eşlik ettiği felsefe disiplini bilginin efendisi olma yolunda zihnimizin en büyük yardımcısı sayılabilir.Hatta ve hatta bilimlerin bilimi diyebileceğimiz paradigma koyan düşünbilimdir.

Varlığımızın mümkün kıldığı her şey hakkında bilgi sahibi olma merakı insan doğasının düşünen yanının göstergesi aynı zamanda.Tarih boyunca her şeyden şüphe ederek doğruyu arama çabası insanlığın ortak bilgi havuzunu yukarıda andığım bilgilerle doldurmuştur.Önyargılar,dogmalar ya da kalıplar fikirlerin bu çetin savaşında diyalektiğin karanlık yanını teşkil etmektedirler.Bilginin kara maddesi diyebileceğimiz dogmatik düşünce hayatın özünde varolan,evrilip değişebilen fikirlerin aslında değişmez olduğunu savunarak inancı felsefeye dahil eder.Sadece sezilebilen, soyutlanmış bilgilerle kotarılmış metafizik;felsefi aklın her şeyden şüphelenen yönü karşısında inancın alanına sığınır.Bilinemezcilik düşüncesi dogmatizme karşı sunulan bu tür bir anti tezdir.

Zihnimizin usa vurarak pratiğe çevirip değiştirdiği dış dünya bilgisi varoluşumuzun metafiziğe karşı verdiği düşünsel bir tepki değil mi?Yüzyılların insanlığa bıraktığı miras aklın gerçeğe dayanan soyutlamalarla ayağı yere basan fikirleri yaşama kavuşturmasıyla mümkün olabilmiştir.

İşte felsefe disiplini bilginin efendisi sayılan ulusların ellerinde tuttukları en büyük silah.Üretim süreçlerini sanayi devrimiyle yetkinleştiren batılı uluslar akla önem vermeyen toplumlarla aralarındaki uygarlık farkını giderek açmaktadırlar.Küreselleşmenin getirdiği global köy sanrısı Medeniyetler Çatışması ile hayata geçen Batı-Doğu farklılığını gideremiyor.Günümüz dünyasının gerçeği kısaca şu:Ürettiğin bilgi kadar yaşamdan pay almaktasın…

Çifte Kavrulmuş Siyaset…

Anayasa Mahkemesi’nin referandum ile ilgili beklenen kararı Ankara mahreçli gündemimizi bugüne değin olduğu gibi yarın da belirleyecek.Kısır siyasi çekişmeler ya da önemsiz adamların önemli makamlara getirilmesi sonucu yavan tartışmaların gölgesi altında geçecek günlerimiz ne yazık ki kanla sulanacak bereketli topraklarımıza çift çubuk olacak. Çözümsüzlüğün allanıp pullanıp ortaya salınmasıyla birlikte ölüm bayramlık giysilerini giyinip dolaşacak tüm can yakıcılığıyla.

Terörün tüm dinlenmişliğiyle uyanıp yuvasından çıkması “Güçlenmemizi istemeyen dış güçlerin ayak oyunları!” diyerek savuşturulmamalı.Kürt Sorunu yüzünden gençlerimizi vururken,kendi dağlarımızı bombalıyoruz. Gazze’den dolayı karalar bağlayanların Hakkari,Van,Kars,Tunceli için gün ışığını getirecek hangi çözüm önerileri var acaba?

Bana kalırsa üretemeyen ekonominin dönüp dolaşıp yönetemeyen siyaset biçiminde karşımıza çıkması sosyal yasaların doğal gelişiminin sonucu. Ekonomik buhranın halka halka tüm beşeri iklime yayılmasıyla tek adam partilerinin tıkanıp kalması eş anlı hareket eden toplumsal sarkaç sanki. Akıldan uzaklaştıkça içine kapanan,içine kapandıkça yozlaşan insanlarımız cehaletin inançla soslanıp töre terörüyle balkılandığı çaresizlikler gösterisini her dem önümüze sunuyorlar.Şiddete meftun davranışların mevcut hakların korunmasında tek çıkar yol gibi görünmesi hukukun ayaklar altına alınması sayesinde değil mi?

Ezcümle; ekonomik demokrasinin güdük kaldığı yönetim anlayışımız yönetemeyen siyasetin biçare arayışlarına sebep olmakta.Zengin-yoksul arasındaki iç burkan adaletsizlik çatışmaların canla beslendiği kanlı döl yatağı aslında.İnsan gibi yaşama imkanları ellerinden alınanlar intikamlarını ölerek ya da öldürerek almaktalar.Gelecek günlerde susup gelişmeleri izlemekle işlediğimiz suçun cezasını hep beraber ödemekle kalmayacağız,aynı meşum suskunluk yüzünden kişiliğimizi yitirdikçe travmalarımız bizlerin yerine bu hayatı yaşayacaklar.

New Age Çağı’nda Dinler ve İnsan…

İnançların ideolojiye dönüştürülüp yüreklere dolgu malzemesi haline getirildiği modern zamanları yaşıyoruz.Üstelik biteviye devam eden günlük hayat pratiği alışılmışın dışında kalanları düşman gibi belleyen sokaktaki insanı gitgide köşeye sıkıştırıyor.TV dizilerinden ve internet üzerinden sosyal hayatı paylaşmaya çalışmak günümüzün yalnız insanının tek seçenekli sınavı gibi durmuyor mu?Faşizm bu tek tipli yaşam giysilerinden türemiş gibi geliyor bana.

Ölümün şanla kutsandığı günümüz Türkiyesi’nde Aşk-ı Memnu dizisinin Bihter’inin intihar sahnesi kitleleri ekran başına kilitleyebiliyor.Mavi Marmara’da öldürülen insanlarımız hakkında: “Şehit oldular.Onlar için seviniyoruz.” ya da “Onlarla gurur duyuyoruz.” gibi cümleleri dile getirenler için söylenecek bir şey yok.Şiddetin genel kabul gördüğü kadim topraklarda törenin söylediğine zıt gidenlerin başlarına neler geldiğine yakından şahitiz.Gencecik insanların birbirlerini vurması gerçeği ölümün yaşama hükmen galip geldiği bir savaş provası sanki.

Din ya da felsefi hayat diyebileceğimiz inançlar yelpazesi özgür düşüncenin mebzul topraklarında yeşermediği sürece içeriğinin günbegün erozyona uğrayacağı ortada.Bu yüzden nereye varacağını bilemeyen, yabancılaşmış ve yalnız bırakılmış bireyin hayatı anlamlandırma çabası inanç adı altındaki töre saçmalıklarına kurban gitmektedir.Genellemek istemem ama şehrin sersemletici etkisiyle ya da kasaba hayatının baskısıyla gerçekleri aklının bir köşesine gizleyerek sokakta gezinen insandan gelecek hakkında ne gibi çığır açıcı fikirler bekleyebiliriz? Müsekkine benzeyen düşünce demetleri yaratıcı aklın ışıklı tabloları karşısında her dem çaresiz kalmaz mı?

Çıkmaz bir yola girmişiz bana kalırsa.Töreleşmiş dini anlayışlar yeni bin yılın savaşlar çağında şiddete meyyal hale ulaşmıştır.Kalıpların kırılamadığı üstelik sürekli yenilerinin devşirildiği tüketim dünyasında para ve güce sahiplenemeyenlerin tarih boyunca sarıldığı yegane kapı sayılan dinler zenginlerin cennetini bu dünyada müjdeliyor.Gerçeğin yerine sahte olanın rahatlıkla konduğu açlık düzeninde bireyin çaresiz kalıp zorunlu şekilde seçmek zorunda kaldığı yaşam tercihleri kendine has acı bir meyvesi olan intihar ağacı gibi duruyor.İnsanla beslenen kurban kültürüne din adı altındaki ritüellerle töre zırhının süslerini giydirmiş gezdiriyoruz.

Sorarım sizlere:Para tek güç ise din bunun neresinde?Poplaştırılmış dini ikonlarla -Fethullah Gülen,Cübbeli Ahmet Hoca,Nihat Hatipoğlu,Adnan Hoca vb…-kotarılan siyaset-ticaret-tarikat şeytan üçgeni bizleri kader deyip kabullenmek zorunda kaldığımız dogmalarla örülü bir hapishaneye mahkum kılmaktadır.Beraat etme şansımızın hiç olmadığı,görünmez duvarlardan müteşekkil gönüllü bir hapishane üstelik.

Yukarıda yazdıklarımdan dine inanmadığım ya da inançlara saygısız olduğum anlaşılmasın.Sadece ifrat ile tefrit arasında gidip gelmekten bıktım.Kula kulluk edenlerin gönüllü çaresizliklerinden,dinimizin gereğinden fazla baskıcı addedilmesinden,kadınlara değer vermeyip erkek egemen bir toplum arzulanmasından,kitlelerin değişmez diye inandığı ilkelerle hayatını sürdürmeye çalışmasından dolayı düşünce iklimimize bezenen inanç köleliğinden bahsediyorum.Sömürünün en acımasızı dinler ya da felsefi düşünceler üzerinden yapılagelen değil mi?

Mevcut durumdan büyüyen çilelerimizin acı çekerek biteceğini zannetmek hayallerin inançla harmanlandığı uyuşturucu dünyasının sanrılarını akla getiriyor.Kandırılmış olmanın getireceği nedamet duygusuyla yepyeni bir hayata başlamak dilekleriyle…

Bu İşlerin Devamı…

Dikkat edilmesi gereken derecede gerginlik siyaseti izleniyor son zamanlarda.Tırmandırılan çatışma ortamının kimlere yarayacağı ise hemen hemen ortada.Bugüne kadar bencilce yapılan yanlış hesapların getirdiği daha fazla yoksulluk,yabancılaşma ve adaletsizlik sayesinde gelecek günler gitgide içinden çıkılması zor bir kördüğüme dönüşüyor.Sorun, AKP,Tayyip Erdoğan, Ergenekon,İsrail ya da ABD İttifakı değil bana kalırsa sorun;irademizi doğru mecralardan doğal bir şekilde kamuoyu sesi haline getiremememiz.Gazze için ortalığı yıkanlar neden şehit askerler için aynı tepkiyi göstermezler?Hrant Dink alçakça vurulunca “Ben Ermeniyim!” diyen sol cenahın insanları neden benzer hassasiyeti kimlik siyasetine bulanmış Açılım safsafatalarına karşı dile getirmiyorlar.İnsanlar öldükten sonra atılan gecikmiş ve eksik adımlar son maden kazasına “İşçilerimiz güzel ölmüşler” diye niteleyen bakanların şaşkınlığına benzemekte.Bakanlar gerçeklere bakmayanlar kadar kör,sağır ve dilsiz kalırlarsa o siyasileri seçip koltuklara ram edenlerin yanlışlarını çok görmemek lazım.

Savaşı siyasetin devamı olarak gören strateji dehası Clausewitz bile insanların silah kullanıp birbirlerinin canını almada bu denli mahir olmalarını herhalde açıklayamamıştır.Alet icat ederek yegane düşünen varlık olduğunu ispat eden ademevladının vicdanını nereye sakladığını da sanırım merak etmiştir.En azından ben merak ediyorum.

Şiddetin bu denli yaygınlaşması gerçeğini, hatta ve hatta çağımızın vebası sayılmasını önlemeye kalkışmak Gazze,Irak,G.Doğu,Afganistan ve benzeri tüm acıların unutkanlıkla örtülmesini sağlayan sebepleri yaratan biz sokaktaki insanlarız.Herşeye boyun eğip geçen,hakları için kıyasıya savaşmayan,ufak çıkarların adamı olan bizler..İrademizi kiraya vermemizin sonucu akıl tutulmalarına boğuluyoruz.Özümüzü yok eden insan ve doğa düşmanı herşeyi ayakta alkışlarken bu hipnoz ortamında en fazla efsunlanan isim hiç soluk almadan koltuklara oturarak halklara önderlik ediyor.

Çoğunluk aydınlar ya da benim gibi yarı okumuşlar asli kavramların içini boşaltarak kendi zihinsel sapkınlıklarını ideolojilerle zenginleştirip kitlelere bol kepçe servis yapıyorlar.Düşüncelerini hayattan almayan biz yarı aydınlar sokaktaki insanın zorlu gerçeği hayattan almasına dudak bükerek kitabi bilgileri dogmalar halinde yaşam anayasasına dönüştürüyoruz.

Değişim,dinamizm,doğanın diyalektiği kalıpların donmuş dünyasında nerede saklı kalıyorlar?Aydınların,okumuş yazmışların şiddetin bu denli yoğun yaşanmasında esas unsur sayılmaları yanlış bir saptama değil bana kalırsa.Mevcut durumun analizini yapıp süslü cümlelere dönüştürmenin, zıtların çatışmasını halktan saklamanın kalemşörleri sayılıyoruz insanlar arasında.Kimsecikler bize güvenmiyor bizse kendimize hiç güvenmiyoruz. Hayat karşısında cümlelerimizi cesaretsiz sızlanmalarla yarım ağız geveledikçe tarih önünde gerimizi kusursuz biçimde kuran patronların hıh deyicisi sayılmaktan öte bir rolümüz olmayacak.

İnsanlık krizinin,özü doğadan koparılmış bireyin zavallı yalnızlığına sebep iktisadi model olduğunu söylemek yavan kalmış bir şarkı…Çarenin arandığı dönemlerin kaosunu yaşıyoruz şimdilerde.Modernizmin yaratıcısı diyebileceğimiz savaşlar son 20 yılda ekonomik krizleri yarattıkça özgürlük arayışımız had safhaya ulaştı.Yakın coğrafyamızda bireysel terör ya da kitlesel terör örgütlerinin yaygınlaşması umutsuzluğun göstergesi. Komşusu aç yatarken kendisi tok yatanın mümin sayılamayacağı bir kültürden en ahlaksız münafıkları yaratmak alet kullanma becerimizi aşan insan kullanma sanatının doğal bir ürünü.Tıpkı Gazze’ye gidecek gemiye binecek yüreğe sahip olmayıp masum insanları İsrail askerlerinin merhametine emanet etmek gibi.

Bilgi ve Algı…

Yaşadıklarımızdan edindiğimiz deneyimler olayları kavrayışımıza neden olan algılarımızı şekillendiriyor.Olumlu veya olumsuz yargılarımızı meydana getiren algıda seçicilik kavramı hayata bakış açımızın temel motifi sayılabilir. Düşünen aklın gerçek bilgiye ulaşma çabası sayabileceğimiz felsefe disiplini,ruhsal dinginlik,NLP,Uzakdoğu fikir demetleri…gibi kültürel kaynakları kullanarak algılarımızı yenileyip verdiğimiz kararlarda yaşayacağımız değişimi kolaylıkla gözlemleyebiliriz.Kalıpların durağan dünyasını yıkıp yerine değişimin dinamik yapısını koyarak insanın zengin kavrayış biçiminin zaferini sağlamak zor bir iş mi?Her verdiğimiz kararı birilerine danışmaktan öte doğru düşünce şeklini edinmek bizden sonrakilere miras bırakacağımız en kalıcı değer bana kalırsa.

Yarın bugünden daha olumlu bir bakış açısına ulaşmak gibi bir hedefimiz varsa beynimizi daha verimli biçimde kullanmalıyız.Düşünceler dünyasında ileriye dönük yolda atacağımız her adım yeni bir kişisel muzafferlik sayılmalı.Yaşamın sonsuz zenginliğinde maddi ya da manevi keşifler yapmak,umutla daha iyiyi aramak,bilgi dağarcığını genişletmek gerçek bilgiye ulaşan yolda atılacak en önemli ama bir o kadar minik devrimsel atılımlara bağlı değil mi? Soru sormaktan çekinmeden daha iyi bir kişiliği hak ettiğine inanarak yola çıkmak her günkü maceramızda mutlu bir anın bize sağladığı ayrıcalığı geri kalan tüm ömrümüzde saklamak keyfini getirecek.

Sakın sizlere karmaşık gelmesin cümlelerim.Özünde herkesin sahip olduğu bir şeyi taşıyoruz.Buna ruh,töz,öz adlarını verebiliriz.Dinsel ya da sipirütüel kavramlardan olanca kaçarak anlatmaya çalışacağım.İnsanlığın binlerce yıllık macerasında bize miras kalan bir çok kavram,kurum,davranış kalıpları veya medeniyet bizden 10.000 sene önce yaşayan büyüklerimiz sayesinde şekillenmişken teknolojik gelişmeler,sanayi devrimleri fiziksel varlığımızı özümüzden uzaklaştırdı.İnsanın özgürlük arayışında modernizm tuzağına düşmesi daha iyi bir hayatı hayal bile etmesini güçleştirdi böylelikle.Bilgiye ulaşma kanallarının çeşitlenmesine rağmen hayat tarzlarının yeknesaklaşması birbirine benzeme fetişinin eseri.Herkes Batı Dünyası ve bireylerine benzer biçimde yaşamak isterken yerel kültürlerin zenginlikleri bu sıradanlık furyasında kayboldu.Dillerin,kültürel kurumların,bambaşka bakış açılarının yitirilmesi insanlık ailesini birbirine düşman haline getirdi.Savaşlar,katliamlar,göçler,salgın hastalıklar,doğal afetler,nüfus patlaması… gibi problemler son 200 senede bu denli artmışsa aramızda imzaladığımız sosyal sözleşmenin değişmesi gerektiği gün gibi açığa çıkmıyor mu?Bunu değiştirecek ihtilal ise kişinin kendi hayatında başlayan bir kararla gerçekliğe kavuşabilir.Bu karar varlığımızı özgür kılmak azminden yola çıkan içgüdüsel bir adım bana kalırsa.

Yukarıda anlattıklarım doğadan uzaklaştıkça özüne yabancılaşan,yalnız bırakılmış insanın gerçek bilgiye ulaşma hevesine doğrudan bağlı bir durum.Bu yüzden algılarımızın gerçekçiliği ve onların değişebilmeleri son derece önemli. Algılarımızı yeniden biçimlendirirken yaşayacağımız ruhsal macera herkesin kendi hikayesini yaratabileceği bir mucizeyi müjdelemekte.Her anınızı bu umudu yeşertmek ve değişebilmek dileğiyle.

İMAM…

Günlerimiz,iktidara darbe düzenlemek isteyen generallerin,doktorların, gazetecilerin, siyasetçilerin… kısaca toplumun her kesiminden insanların tutuklandığına şahit olmakla geçiyordu.Paranoya düzeyine ulaşan koltuğu kaptırma korkusu yoksullaşan halkla birlikte tavana vuruyor,yakın tarihte yaşadığımız kabusları yeniden kucaklıyorduk.İnsanlar birbirlerinden korkar hale gelmiş, savaş dönemlerini andıran sokak sahneleri gözlerimizi doldurmaktaydı.Hikayenin gerçek zaman ve hayallerle örülmüş sahnesindeki giz perdesi kaosla hayat bulan bir emek kavgasıydı artık.Sokaklardan gümbürdeye gümbürdeye gelen bir dünya insan ekmekten yana haklarını almak için sıraya girmiş,akışın gerisinde kalanları acımadan çöp sepetine göndermeye karar vermişlerdi.Tarihin eşlik ettiği sonsuz koşuya çevrelerindeki insanlara faydası dokunanlar dahil olacak,yetersizlikleri tüm bedenlerine yayılmış budalalarsa değişimin yarattığı fikri tuzaklara düşeceklerdi birer birer.Bu iş bu kadar basit ve hepimiz için geçerli toplum yasasıydı artık.Ütopya yaratmak isteyenlerin hayalleri gerçeklik duvarına çarpıp paramparça olurken savaşın tarafları güç kavramı etrafında çelikten örülmüş bir hale yaratacaklar ve salt ona olan susuzluklarıyla yürekleri çatlaya çatlaya insanlıklarını icara vereceklerdi.Maddi değişim maneviyatı altüst edecek,sokaklardaki onursuzluk sanata,kadına, aşka ve hepsine sebep olmuş biz zavallı erkeklere ulaşa ulaşa sancıları yalanlarla alabildiğine bezeyecekti. Aklından zoru olanlar şanslı sayılacak,gerçekleri anlamlandırmakta zorluk çekenler yarı akıllı yarı çılgın bilinçlerinin hırslı kaygısıyla deliliğe özeneceklerdi.Yaşananlar böylesine açık,fırtınalı sulara gönenmiş bir seyr-ü sefer emri gibiydi sanki.

Olmayacak duaya amin diyenlerin tanrıları para kıblelerini en hakikisi Amerikan dolarından yaratmışken sanıyorum gerçeği yukarıdan bakıp halimize gülüyordu.Hoş, savaşlara,katliamlara,yokluklara,yoksunluklara bakınca O’nun varlığından gayrı insana ait her ne varsa reddettiğimizi görmek sadece paradan ibaret kalmış çorak vicdanlarımıza şahadet getirmekle eşdeğerdi.Herkesin günahını çekeceği cehennem hayatı ta öte taraflardan kalkıp buralara kadar gelmiş,çılgın bir arzuyla beklediğimiz cennetse uzak denizlerin göklü maviliklerine kimseden habersiz alabildiğine kaçıp saklanmıştı.Doğa yoktu,kadın yoktu,aşk yoktu…Aslında adam gibi adam da yoktu. Penisi olan ama iğdiş edilmiş bir sürü zavallı erkek toplum denilen haremin ağalığını yaptığını zannetmekte idiler.

Güce tapmanın güçsüzlüğe düşmekle elele yürüdüğü,mekanını kaybetmişlerin gece hayatına benziyordu hikayeler.Aşkın olmadığı yerde erotizm kalmamış,erkeğim diyerek çorak göğüslere yüzlerini sürenler çaptan düşmüş olmanın küskünlüğünü biteviye tatmin ediyorlardı.Edebiyattan çıkan edepsizlik dalga dalga sokaktakine yansımış,geçmişin küfürleri bile asalet cihetinden esen has bir akşam rüzgarı halinde göğüslerimize dal dal serilmişlerdi.

İşte kahraman imamızın yönettiği modern çağın ülkesi geri kalmışlığını inkar etmekten bıkmamış,utanma duygusunu benim gibi çerçeveletip vicdanının ön duvarına asmıştı.Onlar gibi ben de utanmıyordum,utanmaktan bıkmıştım. Arsızlık,canım insanım gibi asri hastalığım olmuş,”Beleş mezar var!” lafını duyunca topluca intihar etmeyi düşünenlerin yanında yer almaya niyetlenmiştim.Aslında böylesi bir deri değiştirme işinden benim bile haberim yoktu.İçgüdülerimi yaşamaya yemin etmişken yazmak edimiyle elele veren patolojim bu duruma birlikte karar vermişlerdi.

Bir yola çıkmıştım yapayalnız…Bugüne kadar sevgiden ırak kalmış yüreğimde yarattığım çölün farkına varmadan soluksuz acı çekerek yaşarken sırtımdaki o ağır yük taşınmaz hale gelmişti.Değişmeliydim.Kendimi yaşayamadan ölmek bana yakışmazdı.İçgüdülerim olmasa bana kutsal bir kasede sunulmuş cümle hayatım anlamsızlıklarla örülü düşüncelerimden dolayı yok oluşa kurban gidecekti.Kendi cinayetimi kimse görmeden ellerimle işleyecek ve bu hayata elveda diyecektim.İşte o inanç yüreğimden tuttu.Yazdıklarım, cesaret edip yazamadıklarımla sizlerin karşınızdayım.İnanma edimini küçük görmeyin sakın,kahramanımızı hapishaneden çıkarıp Başbakan yapan o gizemli ama herkesin sezdiği kudret beni yeniden var etmişti.

Şimdiki zamanımı önce O’na sonrada kendime borçluyum.Yazar kısmının imansız kalem egzersizlerini yalnızlığa çaresizce sığınmalarına, yazma eylemlerini ısrarla tanrılık ile eş değer saymalarına yorarım.Yazarlık işinin çıraklığını yapan bizim gibilere gelince elifi görse mertek zanneden okumalarıyla övünen yüksek okul diplomasına sahip kanlı canlı kalemşörleriz.İşte bu kitap ya ölümüm olacak ya da beni yeniden yaratacaktı.Bekleyip, görecektim

İMAM….

Serçeler gürültüme uyanarak penceremin önündeki boynu bükük ağacın dallarından pırpır havalandılar..Ademoğlu güneşin tazecik ışıklarını bu ufaklıklar cıvıldaşarak su içmeye gelince daha da içinde hissediyor.Toprak, şafakla beraber karanlıkları üzerinden sıyırıp sabah kıyafetlerini üşenmeden seçip giyinirken umudun o dingin şarkısını evrenle uyum içerisinde dinlemek benim gibi öfkesine sürekli yenik düşmüş birisine ne kadar uzak kalmış his idi.Şimdi,hatta hiç ölmeyecek biçimde şu anımdaki sonsuzlukta adına yaşam denilen kaderle karılmış olan o insanlık macerasını böyle cümle özentileriyle paylaşmak istedim sizlerle.Umudun şerefine yıkanıp giden pislikler, onun aşkına unutulan pişmanlıklar uyandığım her sabahın ilk duası oluyor.İşte bu saatlerde tabiat ana yalanlardan bıkmış gözlerime tadına doyulmaz resimler seriyor fütursuzca.

Birşeyler yazmak istiyordum.İçimdeki yazma güdüsü karşı konulmaz hale gelince gerçeklerle hayalgücüm el ele verdi.Ve karşınıza aşağıda karaladıklarım çıktı.Tarihi yeniden yazmak imkansız değil ama geleceği yaratmak pekala mümkün.Sizinle paylaşacağım o hayal benim iflah olmaz arzum olmaktan öte sanki gelecekte yaşanması muhtemel kehanet öyküsü.Meşum olduğu kadar masala dönmüş ve bizlere mal olmuş bir hayatın ömür güncesi bu.

Edebiyat mı yapıyorum?Bırakın yapayım,her anım kendimle başbaşa geçerken yalnızlığımın üstüne kelimelerden örülü bir çuval örteyim.İğneyi kendime batırırken çuval deyince aklıma benim ve ülkemin yakın tarihi düştü bile. 2 Temmuz 2003 Süleymaniye…ABD askerleri,Türk özel kuvvetlerine baskın düzenlerler.Tıpkı Ergenekon Davası’nda olduğu gibi önemli birisine suikast düzenleyecekleri iddiasıyla askerlerimizin başına çuval geçirip, ellerini kelepçelerler.Üstelik ordunun üst kademesinden hiçkimse Amerikalılara karşı koyun emri vermez.Böylesi bir tepkisizlik ileriki tarihlerde komuta kademesine çok acı sonuçlarla geri dönecektir ya.

Skandal olaya en başından beri şahit olan kahramanımız karşı tarafın en üst derecedeki ikinci muhatabına durumu haber verir.Muhatabı askerlerin sağ ve sıhhatte olduğunu söyler ama bizimki tatmin olmaz.Sanki geçmişinden bahsederken geleceğinin hamurunun tüm bu anların toplamından ibaret olduğunu için için sezer. “Ben de hapse düştüm. Parmaklıklar arkasında ne yaşandığını iyi bilirim.Hemen askerlerimi serbest bırakın!”deyip, kestirir atar. Yine damarı kabarmış,benliğini yaratan onulmaz öfkesi aklının o incecik yollarını çiğneyip geçmiştir.İkinci önemli adam, gereğini yapacağını söyleyerek başından savar bizimkini.Oysa 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmemesinin acısı yeni yeni çıkmaya başlamıştır.Zülfikar Ali Butto ne söylemişti?:”ABD, fil gibidir. Kinini içinde tutar, yeri geldiği zaman kusmak üzere elbet.”

Evet,yılların NATO müttefiği, Irak işgaline engel olduğunu düşündüğü herkese:Orduya,muhalefete ve tabii kahramanımızın lideri olduğu siyasi düşünceye ders vermek istemiş,dönemin Savunma Bakan yardımcısı olan zat: “Türkiye,ayağa kalkıp hatasını kabul ederek, özür dilemelidir!” sözlerini sarf edebilmişti.Müstemleke idarelerinin sömürge valisi gibi emir buyurarak.Halkın yoksulluktan bıkıp usandığı,çaresiz bırakıldığı kanla çizilmiş insan coğrafyasında yalanların ardındaki gerçek nice zorluklarla kurulan Cumhuriyet devletinin birilerinin taşeronu haline getirilip, dostlarının! suikast planlarına kurban edilmek istendiğiydi.Milliyetçi olmanın Mütareke Döneminde olduğu kadar tehlikeli hale gelmesiydi gerçek.Sanki Damat Ferit,Vahdettin yeniden mezarlarından hortlamış, kabuslarımızın tapu belgesi olan Sevr Muahedesi gizlendiği mahzende semirtilerek yaşayan bir ölü gibi hayatımıza fırlatıp atılmıştı.İleriki bölümlerde kahramanımız ne diyecekti “Korkularım,hayallerim olmuştu.” İşte halkın korkuları geleceğini çepeçevre kuşatmış,toplum denen koca başlı aile hastalığını seven kişilikler misali acınası biçimde dününe sarılmıştı. Diğerleri ölsün bana ne gam diyebilecek noktaya getirilmişti.Böylesi dev gibi büyüyen günlerde yokluğun adı konmamış, çetin inadına mayası bozukların ihanetleri devşirilecekti adım adım .

Yaşananların ardından Bağdat’taki Türk Büyükelçiliğini korumakla görevli beş özel harekat polisi yine Irak sınırları içerisinde şehit edilmişlerdi.Polislerin cenaze töreninde kahramanımız şu dizeleri terennüm etti:”Ey, şehit oğlu şehit isteme benden makber.Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber.”Ama gidenler geri gelmiyordu.Habur’da ala-ü vala ile karşılanan teröristlere benzer biçimde davulla zurnayla,toy düğünle karşılanmaları gerekirken kefenlerini görev yolunda dikip,yavrularına hasret gidiyorlardı.

Yazılan senaryo kanla acının el ele verdiği yepyeni bir dünya düzeninin mutlak kaosunu içermekteydi. Türkiye, bu planın yalnızca ana istasyonlarından ibaret değildi.Büyük Ortadoğu Projesi’nin taşeronluğunu yapacak siyasal partinin başında bulunduğu cepheydi aynı zamanda.Oysa Türkiyem, seçilmişlerin ancak atanmışlar kadar siyasi meşruiyete sahip olduğu darbelerle demokrasi hayalinin silik bir ufuk çizgisinde dans ettiği destanlar ülkesiydi.

TEKEL işçilerinin ekmek kavgalarını sokağa taşımaları yazılan kötücül senaryonun halktan uzak,devlete yakın imkansız siyaset anlayışına armağanı olmuştu.Aç kalan kursaklara hiçbir dua çare olmuyor,işsiz babaların evlerinde cinnet geçirmelerine,annelerin sütten kesilmelerine neden olan töreden ibaret kalmış dindarlık artık vesvese getiriyordu. Tohumları yalanla sürülmüş çorak toprak sel sularıyla yıkandığında dipten gelen kopkoyu tortuyu yasaklarla örülmüş hiçbir set durduramazdı.Ankara,taşkın selinin karşısında savunmasızdı ve dünyayı yok edenlerin arzularına birlikte kaşık sallayanlar gürül gürül,kasla,etle,direnişle dolu gelen bu akışı asla geri çeviremezlerdi.Savaş,silahların susmasıyla bir başka biçimde yeniden başlamış,saflar tutulmuş mutlak çoğunluğun hakim azınlık karşısındaki sürgit mücadelesi kitaplara,gazetelere,örün ağlarına yeni tarihleri,toplumsal hareketleri müjdeliyordu.

Dedim ya, umut tükenmezdi.Halkın bükülmez bileğini sahtekarlıkla kıvırıp; buhranı, sefaleti tehditle bastırmaya çalışmak yakın tarihin bildik görüntüleriydi.Aslında Silahlı Kuvvetler siyasete yan kapıdan -Ergenekon kapısından- girmiş,açılan davaların ardından intihar eden, tutuklanan subaylar,dağılan aileleri ordunun başlıca iç güvenlik meselesi haline ulaşmıştı.Bu süreçte yıllardır en güvenilen kurumun mensubu sayılanlar yıpratılarak pasif duruma düşürülmüşlerdi.Sınırlarını koruma refleksini kaybetmeleri yüzünden Kozmik Oda’larına rahatlıkla girilmesinden öte, kurum içerisinde sürgit yaşananlar subaylarına ve kendilerine duyulan sarsılmaz inancın da sorgulanmasına yol açıyordu.Sanki halk ayağa kalktıkça, ordu susuyor ve bu garip suskunluk bir yerlerden emir bekliyorlar iddialarına sebep oluyordu.Anlamlandırmaya çalışmakla kalmayıp, birebir görgü şahidi olduğumuz komplo dolu günler perde arkasında yazılırken istihbarat kuruluşları bu hikayeleri TARAF gibi gazetelere servis etmeye devam ediyorlardı. Millet bu işin içerisinde yoktu.Ama şimdilik…Son gülen iyi güler, bu sözü hiç yabana atmamak gerek.

(DEVAMI GELECEK)

Soğuktan Ölenler…

Sahipsizliğin en acı sokak gösterisinden birisi tinerci çocuklarsa diğeri evsiz kalanlar.Dün gece polis ekipleri Zeytinburnu,Belgradkapı otobüs durağında soğuktan donarak ölen bir kişi bulmuşlar.İşte size kara kışın kara tablosu. Yoksulluk edebiyatını pek seven olmaz buralarda ama açılımları yastık edip başlarının altına koyanlar bu fakirlik tablosunun karakalem çalışanı olmadılar mı?Oysa ünlülerin ışıltılı hayatı daha çekici gelir bizim gibi tuzu kurulara.

Sabah sabah gamlı baykuş gibi kakalanmalardan ziyade kışın buz gibi kanatlarını indirdiği bölgesel güç Türkiye çaresiz uyanamayışlarla güne başlamakta.Bir bomba üzerinde oturduğumuzu dilimiz döndüğü kadar anlatmaya çalışıyoruz.Üstelik ölenlerin ardından tedbir getirememe acizliğini toplumun yarası olmuş diğer tüm sorunlarda birebir yaşarken… Sanayimiz tıkır tıkır üretemiyor, bizler altta kalanın canı çıkma oyununu haberlerden takip ediyoruz.Domuz gribi,yokluk gribi üstüne bir de acı kış soğuğu eklendi.Çifte kavrulmuş insanlık krizini donmuş ölüleri sokaklardan polislere toplatmakla gidermek donayazmış kalıpları çözemiyor. Merhametimin üzerine umarsızlık tipi olmuş yağıyor.

Jétaime…

Herşeyin olumlu yönde değiştiği,insanların yüzünün güldüğü,çocukların karnının iyice doyduğu,kadınların eşlerinden artık şiddet görmediği hevesinde olan bir gökyüzüne uyandım.Yüreğimde daha coşkun bir insan sevgisi tomurcuklanıp sel olurken yarın korkusunu düşlerimden çıkarıp bir kenara fırlattım.Senin tuzun kuru,işsiz kalıp eve ekmek götürmek zorunda değilsin dediğinizi duyar gibiyim.Nereden biliyorsunuz?Aklının emeği olan yazıları insanlarla paylaşarak yaşama macerasını denemek kolay değil. Doğru bildiklerinizi yarına iz bırakmak adına bugünden yazıya dökmek, geçmişten kalan tortularla hesaplaşmak cesaretini içeriyor.

Edebiyat parçalamak derdinde değilim keşke o kadar aklı başında bir adam olsam.Yazmak o kadar güzel bir eylem ki o duyguyu yaşamayan birisine ne anlatırsanız boş.Tıpkı eşsiz bir resmi doya doya seyretmek, şahane bir kadına sahip olmak,seslerinden keyif dökülen bir şarkıya eşlik etmek türünden bir keyif bu.

Şimdi gelelim Türkiye’nin siyasal manzarasına.Sabah akşam DTP ile yatıp, DTP ile kalkıyoruz.Parti kapatma davasının ardından milletvekillerinin istifa kararlarından vazgeçme eğiliminde oldukları bildiriliyor.Hangi pazarlıklarla bu sonuca ulaşıldı bilinmez ama Türk toplumunun ikircikli ruh yapısı her çeşit değişimi olumsuz karşılama eğiliminde.Kutuplaşmanın çarşı pazara indiği,dünyayı yakalamaktan ziyade birbirini yok etmek amaçlı siyasi eleştiriler kaygılı ruh halinin göstergesi.Denklemin bir tarafında haksız edinilmiş servetler diğer yanında ay sonunu getirememek hesapsızlığı yattıkça geleceğe umutla bakmak düşü her kesimden insan için sanki ömürden çalınmış lüks tüketim vergisi haline dönüştü.

Yeni Dünya Düzeni’nin kaldıraç olarak ekonomik krizi kullandığı modern zamanlar insanın tüketilmesine odaklandığı için elimizde posası kalmış beşeri malzeme aslında kasırganın gözünü teşkil ediyor.İklim değişiklerine yol açan çevrenin acımasızca yok edilmesi insanın değerlerinden çalınmış emek vermeden köşeyi dönmek bencilliği değil mi?Kapitalizmin homo economicus türünden yaratmaya çalıştığı genetiği değiştirilmiş insan modeli nihayet iflas etmiştir.

Daha iyi bir dünyada varolmak hevesi düş değil.İnsanca yaşamak isteği ahiret kaygılanmalarından öte buralarda cennet yaratmayı hedefler.Hani bu cennet bu cehennem bizimdi ya ancak paylaşarak yaratabiliriz bu cenneti.Sizden isteğim cehennem meleklerini çıkartın atın hayatınızdan…

Bireysel Terör Ülkesi…

İşsizlik ve ekonomik sıkıntı gitgide artarak sosyal bunalım halini almakta.İnsanlararası ilişkilerin sadece maddiyatla ölçülmesi şaşkınlığı toplumun değer yargılarını alt üst eden ekonomik kriz ile el ele verince ortaya bu cinnet ve terör tablosunun çıkması şaşırtıcı olmuyor.Bireysel terörün suça teşne olan insanlar tarafından topluma yayılması domuz gribinin bulaşması kadar hızlı ve ölümcül bir hal alıyor.Buralarda durum iç karartıcı olsa bile dışarıda daha iyi değil.Özüne yabancılaşma yaşayan,doğadan kopartılmış insanoğlunun yaşam kavgası tezat biçimde kan dökerek savaşın vahşi rengine bürünüyor. Bu sayede yarının belirsizliğini koruması güvensizlik duygusunu besleyerek korkularımızı hayatımızda hakim kılmıştır.Hastalıkların, kirletilmiş doğanın, maddiyatlaşmanın aracın amaç olması tezatlığını yaratması insani yoksunluğumuza maddi yoksullukla katkıda bulunuyor.

Yani insan malzemesinin kendi toprağından ayrılması gerçeği özünden yaban kalan biçare bireylere kalabalıklar arasında yalnız olma ayrıkotluğunu usul usul yedirmekte.Bu uzlet duygusu iç yakıcı bir duygudur.Ki çoğu kişi bu durumdan kendini uzak tutmak için saplantılarına,uyuşturucu tutkunluklarına,yoldan çıkmışlıklara sarılır.Sadece acı veren gerçeği azaltmak içindir yapılanlar.Acıdan hazza varmak aymazlığına arabesk toplumun basamaklarından geçerek ulaşmak,artık hayatın nesnesi olmuş bireyi ölümün öznesi kılmıştır. Yaşamak acı veren bir duygu haline geldikçe ölüm kutsanır.İnsana dair ne varsa reddedilir bu süreçte.İçi boş ve kavrulmuş bu malzeme ile toplumun terörize edilmesi kolaylaştırılmıştır.Bu başarıda payı olan herkese çok teessüf ederim.

Hayatın özlü gerçeği doğada yatmaktadır.Bireysel terörün bu kadar azgınlaşması doğadan bağı kopartılmış insanın çaresizliği değil midir?Suçun sabit olduğu ama kimin haklı kimin haksız olduğu bilinemeyen bu toplum kurgusu kapitalizmin özene bezene yarattığı homo economicus gen biliminin iflas etmesi anlamına geliyor.Mutlu değiliz,zengin değiliz,huzurlu değiliz…Peki insan ne için yaşar?Dünya üzerinde adım atarken hayatın anlamını aramak olanca ağırlığıyla tahakkuk eden lüks tüketim vergisi midir?

Son söz:Bu yazıyı atmayın, lütfen ihtiyacı olan birisine verin…