Değişim…

Yaşamın özünü hareket teşkil ediyor.Aynı sonsuz devinim içinde varlığımızı sürdürmeye çalışıyoruz.Zamanın sürekli aktığı sonsuzluk nehrine sınır getirmek mümkün değil.Çaresiz direnmeler dışında tabii.

Ufuklarını kalıplara hapseden yegane varlık ise insanoğlu.Fikirlerini sağlam temelden yoksun tezlere dayandırarak tek gerçek biçiminde sunmaya çalışmamız ortak vasfımız sanki.Aynı düşünsel körlüğe kendimize duyduğumuz inançsızlık diyebiliriz.Ya da vicdana ait kılınması gereken özel alanların perakende kavramlarla topluma dayatılması.

Alışkanlıklarımız hayatımızın esmer ekmeği.Tükettikten sonra o kekremsi tadını unutmadığımız günlük yaşam pratikleri.Alışkanlıklar sayesinde ait bulunduğumuz topluma uygun şekilde davranma çabasıyla varlığımızı meşrulaştırmaya çalışıyoruz.İşte yukarıda sizlere bahsettiğim fikri körlük çevreden öğrenilen tutum ve davranış kalıplarında gizli.Ayrı dilleri konuştuğumuz halde kelimelere benzer anlamlar yükleyerek sürünün kara koyunu sayılmaktan çıkmaya çalışıyoruz.Düşünce ve davranışlarında özgür birey kabul edilmek yaşadığımız toplumdan dışlanmakla eş anlamlı sanki.Toplumun slogan değerinde anlam verdiği kavramlar ve derinlikten yoksun idrak ile sorunlarımıza bakmaya çalışıyoruz.Çıkmaza girmekle eş anlamlı söz ettiğim konu.Farklı fikir ve inançlara karşı duyulan tahammülsüzlük ya da yeni ve yabancı olanı düşman bellemek ufuksuzluğu.

Çevremizden devşirdiğimiz her bir bağnazlık girişimi değişime direnmenin umutsuz çabaları.Yobazlık mefhumu inanmadığımız düşünceleri savunmamıza yol açacak kadar bizleri özümüzden uzaklaştıran fikri prangalar dizgesi.Hangi görüşte olursa olsun insanı kör inanca mahkum kılan alışkanlıklarımızın yarattığı sahte cennet.

İnancı güçlü kılan sağlıklı akıl ve ruh iklimidir.Yaşanılan toplum ne kadar yeni fikirlere açık ve insana ait olan her şeye gönül vermişse kadın ve erkekler birbirlerini o denli çok sever hale gelirler.Dogmaların din diye dayatıldığı topluluklar ise ruhlarındaki ölümü her an daha derin biçimde yaşarlar.Bu arada din önderlerine duyulan saplantılı bağlılık inançsızlığın simetrik hali aslında.Kendine güvenmeme rahatlığını içeren.

İnsanı değerli kılmadan yaşamı değerli kılamıyoruz.Düşünsel ve ruhsal ölümler kısacık hayatımızı çekilmez hale getiriyorlar.Değer ve fikirlerin içlerinin boşaltılması hayatın anlamını arama çabamızı da boşa çıkarıyor.Gülmeyen yüzler güneşin her sabah yeniden doğuş mucizesini bizlere defalarca unutturuyor.Gözlerimiz güzellikleri değil eksik,yanlış ve çirkinleri arıyor.Edinilmiş çaresizlik iksiri sanki her gün çevremizden içtiğimiz.

Yaşam değişimin görünür yüzü.Yaratılan her canlının anlamını bulduğu zenginlik çemberi.Oradan ne kadar feyz alırsak o denli dolu dolu dünyaya bakıyoruz.Ya da tam tersi.Ben tercihimi yaptım.Sizlerin tercihlerini merak ediyorum sadece.

Felsefe…

Felsefe hayata anlam katabilmenin bilgece yolu.Düşüncelerin zamanı aşarak insanı dünya üzerinde yeniden var etmesi diyebiliriz.Felsefesiz hayatın ne kadar sefil kaldığını yaşadığımız şehir gün gibi gösteriyor bizlere.Sokaktaki kuru kalabalık arasında sanat,bilim ve felsefe öksüz çocuklar gibi duruyor.Vatandaş günlük ekmeğini taştan çıkarmaya çalışırken aklını bilgiyle kullanma işi lüks geliyor kendilerine.Düşünmek hastalıklı bir nebi sanki.Kaçarak uzaklaşıyoruz hemen yanından.Aklımıza kötü kötü şeyler geliyor yabancı bir olguyla karşı karşıya kaldığımızda.Bize ait olmayan her şey otomatik olarak düşman kimliğini kazanıyor düşünsel evrenimizde.Kafamızdaki düşmanları anlamlandırıp berrak hale getiremediğimizden dolayı kusuru başkasına yükleme konusunda üstümüze yok.Sonra Batı ülkelerinde neden yabancı düşmanlığı var diye hayıflanıyoruz kendi kendimize.Önyargılarla örülü fikri kalelerde henüz bize ait olmayan aklı başkalarına ustalıkla vermeye çalışıyoruz. Kendi zihinsel çabamızla üretmediğimiz düşünceleri alıp kullanmakta benzersiz yeteneğe sahibiz.

Konu ile alakasız gibi görünebilir sizlere ancak hoşgörü karşı tarafa aşağı görme çabasıdır bir anlamda.Ne yaparsa yapsın o kişi sizinle aynı düzeyde değildir.Aslına bakılırsa ona katlanırsınız.Herhangi bir yanlış yaptığında görmezden gelirsiniz.Siz üstün konumda bulunursunuz ancak karşınızdakini aynı konumda kabul etmezsiniz.Bu sebeple ben hoşgörülü saymıyorum kendimi.Karşı tarafı anlama çabasını göstermeyen her kabul görüş benim açımdan sadece katlanma düzeyinde fikri bir davranıştır.İdare edersiniz kısacası.

İşte felsefe bu yüzden insanı ve doğayı anlama çabasının kutsallığını içerir.Olguları sorgulatır; kişiye kıyas imkanı sağlar ve sonuca vardırır.Düşünmeden inanan insanlar olmaktan alıkoyar.Bilgiyle donanmış düşünce savaşın,aşırı hırsın,kör cehaletin elinden bizleri kurtarır.

Ödünç alınmış kavramlarla özgün düşünceler üretemeyiz.Oysa her insan kendi felsefesini kuracak kadar zenginlikler içerir.Esas olan bu hazineleri görerek yola koyulmaya çalışmak.Eğitimin önemi işte burada karşımıza çıkıyor. Anadilini doğru dürüst konuşamayan toplumlar çağdaş fikirleri dimağlarına alıp sentezlere varamıyorlar.Ufukları günlük hayatla kısıtlı kalıyor.Günü kurtarma çabalarının sığ gölgesi altında bilginin ışığından uzak duruyorlar.Şimdi olduğu gibi geleceğin dünyası da okuyan,düşünen ve araştıran özgür bireylerin olacak.Türk toplumu ise esaretini kendi elleriyle yaratmanın sancısını yaşayacak gibi görünüyor.

Japon Mühendis…

Körfez’de bir Boğaz Köprüsü daha inşa ediliyor.Körfez Köprüsü Bursa veya İzmir’e giden mesafeyi hemen hemen 1.5 saat kısaltan otoyol çalışmasının devamı.Kuleleri denize beton atılarak gerçekleştirilen köprü mühendislik açısından ileri teknolojiyi de içeriyor.Geçen hafta sonu ayaklara eklenen kılavuz çelik tellerden bir demeti kopup denize düştü. Meteoroloji hava durumunu inşaat merkezine bildirdiğinden çalışma yapılmamış bu sayede işçi kaybı yaşanmadı.

Haberin önemli kısmı ise arkadan geliyor:İnşaatta mühendislik görevini üstlenen Japon asıllı bir kişi kazadan kendisini sorumlu tutarak hayatına son verdi.Oysa büyük projelerden birisinde meydana gelen iş kazasında can kaybı olmamıştı.

İntihar olayı işin farklı boyutlarını gözler önüne seriyor.Japon kültürünü dizilerden ve elektronik ürünlerden tanıyan benim gibi sıradan  Türk vatandaşı içinse konu sıradışı özelliklere sahip.Daha geçen Mayıs ayında 301 maden işçisi Soma’da hayatını kaybetti.Ardından Eylül 2014’te Mecidiyeköy Ali Sami Yen Stadı’nda devam eden Torunlar İnşaat’ın çok katmanlı projesinde düşen asansör sebebiyle 10 işçiyi yitirdik.Ermenek’te maden faciasında 18 çalışan kasıtla bezeli ihmal zincirinden dolayı öldü.Tuzla tersanelerinde tedbir alınmadığından dolayı sayısız iş kazası yaşandı.Son birkaç senede iş güvenliğine dikkat edilince bu sefer aynı tersanelerde ölümler yaşanmaz oldu.

Hayata karşı kaderci bir bakış açımız var.Deveyi ağaca bağlamadan önce Allah’a havale ediyoruz.Tedbir denilen kavram trafikte yahut hayatın diğer alanlarında kaybolup gidiyor.Bu sebeple iş kazaları iş cinayetlerine dönüşüyor. İhmaller yüzünden yaralanan,sakat kalan,uzvunu kaybeden nice insanımızın sayısı ortada.

Kadınları katlediyoruz.İşçileri sakat bırakıyoruz.Kar etmek amacıyla az maaşla çok iş çıkarmayı kutsal görev bilmişiz. İnsan hayatının değeri yok.İnsanın değeri olmayınca üretilen malın ekonomik ederi yükseliyor ama göreli karşılığı pul halini alıyor.

Paranın satın aldığı nesne insanın elleriyle ürettiği mamul.Hammaddeyi çıkartan,işleyen,satan,satın alıp kullanan bizleriz.Emtianın fiyatı bizden değerli kabul edilince çıkmazın içine giriliyor.Dolar,euro,frank…Siz o paraların geçerli olduğu ülkelerde tek kazada yüzlerce işçinin öldüğünü gördünüz mü?Buna benzer katliamı ancak 150 sene önce aynı ülkelerde görebilirdiniz.Onlarla aramızda 200 senelik kadar gelişmişlik farkı var.

Kader anlayışımız toplumu uyuşturuyor.Yaşamdan daha fazla tat almamızı önlüyor.Günlük koşuşturmanın gerisinde saklı kalan gerçek eğitimsizliğimizin arşa varması.Bir ülkenin okumuşları sokaktaki vatandaştan daha geriyse aynı toplum yozlaşmanın pençesinde kıvranır durur.Bizde yaşanan olaylar aynı savı doğrulamıyor mu?

Modernizmle Ne Değişti?

Değişim kavramı insan soyunun doğaya uyum sağlama yeteneğinden doğdu.İhtiyaçların motive ettiği atalarımız bugünkünden çok daha zorlu yaşam koşullarında mücadelelerini sürdürme başarısını düşüncelerini eyleme kavuşturmalarına borçlular.Bazen tesadüflerle bazen de büyük emekler verilerek yapılan icatlar üretim süreçlerini yaratarak zaman içerisinde bizleri modern hayatın nimetlerine sahip kıldı.Bu hareketin ilk adımı ise uygarlık maceramızın yerleşik hayata geçilmesinden çok daha önce soyumuzun evrimi ile başlayan biyolojik değişim aşamasının yavaş yavaş yol almasıydı.Maymundan gelip gelmediğimize değil de bugün ulaştığımız noktaya odaklanırsak halen devam eden sosyal evrimi iliklerimize kadar yaşamıyor muyuz?Öyleyse biyolojik açıdan evrim kavramına neden bu kadar karşıyız?Yaradanın büyüklüğü karşısında evrim fikri daha mı az mucizeler içeriyor?

Sabah sabah aklımın kurcaladığı soruları okuyanlarımla paylaşmak isterim.Düşünen ve araştıran aklın hayatımıza kazandırdığı aygıtlar sayesinde yazılarımı kişisel web sayfama ekliyorum.Elektronların hareket kaabiliyetlerinden faydalanarak bildiklerimizi ya da bilmediklerimizi başka insanların bilgisine sunuyoruz.Bu tür bir değişim sürecini insan ırkından başka hangi tür gerçekleştirebildi?Bilimin elinden tuttuğu eleştirel düşünce ile merak duygusunun kamçıladığı bilgi edinme arzusu işbirliği yaparak yaşam maceramız daha gelişmiş imkanlara kavuştu.Bundan 30 sene öncesinde kullandığımız aletlere bakarak şimdiki zamanla kıyaslama bile yapamaz durumdayız.Peki bundan 30 sene sonra nelere sahip olacağız?

Irkımızın bu denli değişime açık olması sahip olduğu sorunların büyüklüğünü azaltmıyor elbette.Bana kalırsa modernizm karşısında benliğimizi yitirmemiz bu kayıpların en yakıcısı.Doğadan uzaklaştıkça özüne yabancılaşan insanlığımız modern hayatın kurumları karşısında çaresiz kalarak tehlikeli bir tür mutasyon geçiriyor.Çölleşen doğa,kitlesel kıyımlara yol açan savaşlar,adını ancak heceleyebildiğimiz ölümcül hastalıklar,kendinden korkan bir faşizm… bu başkalaşım sürecinin giderek yaygınlaşan meşum işaretleri bana kalırsa.

18. YY.da hızlanan Sanayi Devrimiyle birlikte milliyetçilik hareketlerinin at başı gitmesi tesadüf olmasa gerek. Aynı damardan beslenen teknolojik evrim ve savaşlar birbirlerimize olan düşmanlıkları körükleyerek yaşam maceramızı kana buluyorlar.Sanırım geçen iki yüzyıldan bu yana yaşanan toplumsal değişimin en büyük tetikleyicisi bilimin öncülük ettiği teknolojik gelişmeyle birlikte kitlesel üretimin hız kazanmasıdır.Tüketen pazarlara duyulan ihtiyaç kapitalist ekonominin insan doğasına aykırı saydığımız üretim süreçlerini güçlendirmekten başka bir işe yaramadı.Emeğine yabancı kalan insanlık sürgün halinde geldiği şehirlerde isteyip bir türlü ulaşamadığı hayatı örün ağlarında sanrı biçimde yaşıyor ne yazık ki.

Değişimin ,ben dahil, insanlık lehine olduğunun tartışmasız kabul edildiği bilimsel gelişmeye aşık modernizm döneminden post-modernist döneme geçiş yaptığımızdan bu yana tek kutuplu dünyanın yarattığı baskıcı kültürle iç içeyiz.Sürekli tüketen insanların varlığına ihtiyaç duyan kapitalizm Yeni Dünya Düzeni’ni dev şirketlerin dünyamızı tamamen ele geçirdiği küreselleşme kavramı ile açıklıyor.Kriz ve savaşlarla birlikte değişmeye duyduğu ihtiyaç gün gibi ortaya çıkan kapitalist üretim biçimi pazar kavramına insanı sürece ait olan nesne haline getirerek boyut katmaya ısrarla devam ediyor.

Uyanıkken gördüğümüz kabus haline gelen modern şehir hayatı tek tip insanlık malzemesi yaratma hevesinde.Bu amaçla tüm toplumsal kurumları hiç düşünmeden kullanıyor.Şeyleştirilen insan -Ünsal Hoca’ya Allah rahmet eylesin- doğasını yaşayamadığı için mevcut düzenin çıkarına uygun olduğu fikri bilinç endüstrisi ile benimsetilerek kendi kendinin kurdu haline getiriliyor.

Herkesin kardeş kabul edildiği yeryüzündeki sahte cennetlerden keyifle bekçilik ettiğimiz gerçek cehennemlere adım attığımız günümüz dünyasında ruhumuzu satarak ancak bir ev bir araba sahibi oluyoruz.Uygarlığın insan aklıyla geliştiği düşüncesi insan eliyle yaratılan kurumlarla yerle bir ediliyor yine.Değişime olan inanç yıkılarak kötünün iyisi en iyi seçenek gibi kabul ediliyor.Bilinç endüstrisi sayesinde bilinçaltımıza gömülen zihinsel çapalarla vardığımız sonuç gelişmeye duyulan kör inancı sarsar nitelikte.Değişimin dinamiğini oluşturan insan ihtiyaçlarının karşılanmasının yerini kitlesel üretimin almasıyla yaşam bulan milliyetçilik fikri kapitalizmin son aşaması hali sayılan küreselleşmeyle birlikte nesneye çevrilen insanın yeniden sarıldığı anakronizmdir.

Ülkemizde de olanca hızıyla geliştirilmeye çalışılan ve aynı zamanda Kürt-Türk gerginliğine ya da ilerici-gerici çatışmasına neden olan bu çeşit insan doğasına aykırı üretim biçiminin yarınlar için yeni tehlikelere yol açacağını görmezden gelemeyiz.İnsan aklının evrimiyle alet kullanarak ulaştığımız modern hayat biçimi kendi kurduğumuz kurumlar yüzünden ırkımızın sonunu getirebilir.Yüzüm gülmedikten sonra Iphone benim neyime!

Alacakaranlık Kuşağı…

Yıllar önce TRT 2’de “Alacakaranlık Kuşağı” adı altında korku-gerilim kısa film türlerini yayınlayan ABD yapımı bir program vardı.Zamanın özel TV kıtlığında geceyarısına değin o programı bekler biraz endişe biraz merakla izlerdik.Kim bilebilirdi yıllar sonra bu tür programların best-seller kitaplara, top-box filmlere öncülük edeceğini?

Sırayı karıştırabilirim ama tüm hikayeye Harry Potter serisinin sinemaya çevrilmesiyle adım atıldı.Ardından Peter Jackson “Yüzüklerin Efendisi’ni” beyazperdeye getirdi.Sanki sisli dağlar ardından apansızın bir dev uyanmış hayal perisinin yaşadığı berrak düşler ormanını tehdit etmeye başlamıştı.2005 yılında “Alacakaranlık” ile Stephenie Meyer çılgınlığı kitlelere yayıldı.TV dizisi “Lost” ile “Narnia Günlükleri’ni” bu örneklere ekleyebiliriz.Gizem edebiyatını tepe noktasına ulaştıran ise Dan Brown’nın yazdığı “Da Vinci Şifresi” oldu…

Yukarıdaki örnekler:Vampirlerin,kurt adamların,hobitlerin,tarikatların,seri katillerin,garip silahlı pejmurde avcıların, büyücülerin,kilise ile karanlık ilişkiler ağlarının,elflerin… fantastik ve mistik öğelerle karıştırılarak ilmek ilmek örüldüğü gerçeküstünü kristalize eden popüler sanat ürünleriydi.İyi ile kötünün çeşitli kılıklar altında sürüp giden kozmik çatışması popüler edebiyat kullanılarak estetize edilmiş idi. Gelelim bu ürünleri talep eden sokaktaki insanın ruh haline.Bilinçaltının kurmaca dünyası gerçek hayatın kanayan yaralarına merhem olmaya çalışıyordu aslında.

Mistisize edilmiş hayal ürünleri toplumun hızla bireyleşmesi ile çıkmaz sokağı andıran yalnızlıklara boğulmuş insanın varoluşunu gidermek çabasındaydı.Yaşadığı çevrede kendisine ait olan her ne varsa yabancısı kalmış,öznesi olması gerektiği oyunun seyircisi olmaktan bile çekinen yeni bir “Orta Dünya” insanını anlatıyordu.

Yeni Dünya Düzeni’nin yarattığı tüketim çılgınlığının ürünü sayabileceğimiz yeni insanı “homo-victimus” adıyla anabiliriz.Yukarıda bahsi geçen edebiyat ve sinema örneklerinin bu denli tutulmasına:Acımasız bir toplumsal düzende ezilen,kurbanlık sıfatını canavarlaşıp savaşlar yaratarak gideren,saplantılı bir ruh haline sahip,cinsiyetsiz bir türün yayılması açısından bakılabilir.

“Homo-victimus” hayatındaki ezberlerine sıkı sıkıya bağlı,rasyonel davranışları hedef edinmiş gibi görünen ama bilinçaltındaki saplantılarının esiri olmuş,vicdani özürlerini ustaca gizleyen,inanç ağacının meyve düşmanı sayılabilir. Gerçeklerin berrak dünyasından kaçıp gizemlerin sahte sanrılarına sığınmış ve uyuşturucuya meftun ruh haliyle günlük hayatını idare etmeye çalışan gelişmemiş bir tür bana kalırsa.Cinselliğini bile içgüdülerinden uzaklaşıp unutan; aşkını,dinini,inancını para ile tahvil edebilen her dem duygusuz şehir insanı.

Aslında “Alacakaranlık Kuşağı’nın” kan kokan beşeri ürünleri modern hayatın çilesini işaret etmektedir.Doğadan uzaklaştıkça mutsuz olan, kendisine olan inancı kaybettikçe mistik öğelere sarılan yalnız insanın çilesini…Hayal ürünlerinin gerçeğin yerini almasıyla Apple şirketinin Iphone ürününü satın almak için geceyarısında kuyruğa girenler elleriyle yarattıkları hapishanede gönüllü sürgün içerisindeler.

Ama başka bir hayat mümkün.Umutla,emekle,el ele verilerek yeni bir dünya kurabiliriz.Bunun içinde mevcut durumumuz üzerinde düşünmemiz gerekir.Farkında olmanın yarattığı fikir ışığı kendisini sürekli kurban addeden bilinçaltımızın karanlık koridorlarını aydınlatacaktır.İşte o zaman “Alacakaranlık Kuşağı” ndan kurtulup yeniden Stenbeck’i,Sait Faik’i, Dostoyevsk’iyi, Yaşar Kemal’i,Cootze’yi okuyabileceğiz.Akira Kurosawa filmleri yepyeni bir dünyanın ışıklı tabelaları olacaklar.Yoksa gerçeği yanlış yerde mi arıyorum?

Çifte Kavrulmuş Siyaset…

Anayasa Mahkemesi’nin referandum ile ilgili beklenen kararı Ankara mahreçli gündemimizi bugüne değin olduğu gibi yarın da belirleyecek.Kısır siyasi çekişmeler ya da önemsiz adamların önemli makamlara getirilmesi sonucu yavan tartışmaların gölgesi altında geçecek günlerimiz ne yazık ki kanla sulanacak bereketli topraklarımıza çift çubuk olacak. Çözümsüzlüğün allanıp pullanıp ortaya salınmasıyla birlikte ölüm bayramlık giysilerini giyinip dolaşacak tüm can yakıcılığıyla.

Terörün tüm dinlenmişliğiyle uyanıp yuvasından çıkması “Güçlenmemizi istemeyen dış güçlerin ayak oyunları!” diyerek savuşturulmamalı.Kürt Sorunu yüzünden gençlerimizi vururken,kendi dağlarımızı bombalıyoruz. Gazze’den dolayı karalar bağlayanların Hakkari,Van,Kars,Tunceli için gün ışığını getirecek hangi çözüm önerileri var acaba?

Bana kalırsa üretemeyen ekonominin dönüp dolaşıp yönetemeyen siyaset biçiminde karşımıza çıkması sosyal yasaların doğal gelişiminin sonucu. Ekonomik buhranın halka halka tüm beşeri iklime yayılmasıyla tek adam partilerinin tıkanıp kalması eş anlı hareket eden toplumsal sarkaç sanki. Akıldan uzaklaştıkça içine kapanan,içine kapandıkça yozlaşan insanlarımız cehaletin inançla soslanıp töre terörüyle balkılandığı çaresizlikler gösterisini her dem önümüze sunuyorlar.Şiddete meftun davranışların mevcut hakların korunmasında tek çıkar yol gibi görünmesi hukukun ayaklar altına alınması sayesinde değil mi?

Ezcümle; ekonomik demokrasinin güdük kaldığı yönetim anlayışımız yönetemeyen siyasetin biçare arayışlarına sebep olmakta.Zengin-yoksul arasındaki iç burkan adaletsizlik çatışmaların canla beslendiği kanlı döl yatağı aslında.İnsan gibi yaşama imkanları ellerinden alınanlar intikamlarını ölerek ya da öldürerek almaktalar.Gelecek günlerde susup gelişmeleri izlemekle işlediğimiz suçun cezasını hep beraber ödemekle kalmayacağız,aynı meşum suskunluk yüzünden kişiliğimizi yitirdikçe travmalarımız bizlerin yerine bu hayatı yaşayacaklar.

New Age Çağı’nda Dinler ve İnsan…

İnançların ideolojiye dönüştürülüp yüreklere dolgu malzemesi haline getirildiği modern zamanları yaşıyoruz.Üstelik biteviye devam eden günlük hayat pratiği alışılmışın dışında kalanları düşman gibi belleyen sokaktaki insanı gitgide köşeye sıkıştırıyor.TV dizilerinden ve internet üzerinden sosyal hayatı paylaşmaya çalışmak günümüzün yalnız insanının tek seçenekli sınavı gibi durmuyor mu?Faşizm bu tek tipli yaşam giysilerinden türemiş gibi geliyor bana.

Ölümün şanla kutsandığı günümüz Türkiyesi’nde Aşk-ı Memnu dizisinin Bihter’inin intihar sahnesi kitleleri ekran başına kilitleyebiliyor.Mavi Marmara’da öldürülen insanlarımız hakkında: “Şehit oldular.Onlar için seviniyoruz.” ya da “Onlarla gurur duyuyoruz.” gibi cümleleri dile getirenler için söylenecek bir şey yok.Şiddetin genel kabul gördüğü kadim topraklarda törenin söylediğine zıt gidenlerin başlarına neler geldiğine yakından şahitiz.Gencecik insanların birbirlerini vurması gerçeği ölümün yaşama hükmen galip geldiği bir savaş provası sanki.

Din ya da felsefi hayat diyebileceğimiz inançlar yelpazesi özgür düşüncenin mebzul topraklarında yeşermediği sürece içeriğinin günbegün erozyona uğrayacağı ortada.Bu yüzden nereye varacağını bilemeyen, yabancılaşmış ve yalnız bırakılmış bireyin hayatı anlamlandırma çabası inanç adı altındaki töre saçmalıklarına kurban gitmektedir.Genellemek istemem ama şehrin sersemletici etkisiyle ya da kasaba hayatının baskısıyla gerçekleri aklının bir köşesine gizleyerek sokakta gezinen insandan gelecek hakkında ne gibi çığır açıcı fikirler bekleyebiliriz? Müsekkine benzeyen düşünce demetleri yaratıcı aklın ışıklı tabloları karşısında her dem çaresiz kalmaz mı?

Çıkmaz bir yola girmişiz bana kalırsa.Töreleşmiş dini anlayışlar yeni bin yılın savaşlar çağında şiddete meyyal hale ulaşmıştır.Kalıpların kırılamadığı üstelik sürekli yenilerinin devşirildiği tüketim dünyasında para ve güce sahiplenemeyenlerin tarih boyunca sarıldığı yegane kapı sayılan dinler zenginlerin cennetini bu dünyada müjdeliyor.Gerçeğin yerine sahte olanın rahatlıkla konduğu açlık düzeninde bireyin çaresiz kalıp zorunlu şekilde seçmek zorunda kaldığı yaşam tercihleri kendine has acı bir meyvesi olan intihar ağacı gibi duruyor.İnsanla beslenen kurban kültürüne din adı altındaki ritüellerle töre zırhının süslerini giydirmiş gezdiriyoruz.

Sorarım sizlere:Para tek güç ise din bunun neresinde?Poplaştırılmış dini ikonlarla -Fethullah Gülen,Cübbeli Ahmet Hoca,Nihat Hatipoğlu,Adnan Hoca vb…-kotarılan siyaset-ticaret-tarikat şeytan üçgeni bizleri kader deyip kabullenmek zorunda kaldığımız dogmalarla örülü bir hapishaneye mahkum kılmaktadır.Beraat etme şansımızın hiç olmadığı,görünmez duvarlardan müteşekkil gönüllü bir hapishane üstelik.

Yukarıda yazdıklarımdan dine inanmadığım ya da inançlara saygısız olduğum anlaşılmasın.Sadece ifrat ile tefrit arasında gidip gelmekten bıktım.Kula kulluk edenlerin gönüllü çaresizliklerinden,dinimizin gereğinden fazla baskıcı addedilmesinden,kadınlara değer vermeyip erkek egemen bir toplum arzulanmasından,kitlelerin değişmez diye inandığı ilkelerle hayatını sürdürmeye çalışmasından dolayı düşünce iklimimize bezenen inanç köleliğinden bahsediyorum.Sömürünün en acımasızı dinler ya da felsefi düşünceler üzerinden yapılagelen değil mi?

Mevcut durumdan büyüyen çilelerimizin acı çekerek biteceğini zannetmek hayallerin inançla harmanlandığı uyuşturucu dünyasının sanrılarını akla getiriyor.Kandırılmış olmanın getireceği nedamet duygusuyla yepyeni bir hayata başlamak dilekleriyle…

Bu İşlerin Devamı…

Dikkat edilmesi gereken derecede gerginlik siyaseti izleniyor son zamanlarda.Tırmandırılan çatışma ortamının kimlere yarayacağı ise hemen hemen ortada.Bugüne kadar bencilce yapılan yanlış hesapların getirdiği daha fazla yoksulluk,yabancılaşma ve adaletsizlik sayesinde gelecek günler gitgide içinden çıkılması zor bir kördüğüme dönüşüyor.Sorun, AKP,Tayyip Erdoğan, Ergenekon,İsrail ya da ABD İttifakı değil bana kalırsa sorun;irademizi doğru mecralardan doğal bir şekilde kamuoyu sesi haline getiremememiz.Gazze için ortalığı yıkanlar neden şehit askerler için aynı tepkiyi göstermezler?Hrant Dink alçakça vurulunca “Ben Ermeniyim!” diyen sol cenahın insanları neden benzer hassasiyeti kimlik siyasetine bulanmış Açılım safsafatalarına karşı dile getirmiyorlar.İnsanlar öldükten sonra atılan gecikmiş ve eksik adımlar son maden kazasına “İşçilerimiz güzel ölmüşler” diye niteleyen bakanların şaşkınlığına benzemekte.Bakanlar gerçeklere bakmayanlar kadar kör,sağır ve dilsiz kalırlarsa o siyasileri seçip koltuklara ram edenlerin yanlışlarını çok görmemek lazım.

Savaşı siyasetin devamı olarak gören strateji dehası Clausewitz bile insanların silah kullanıp birbirlerinin canını almada bu denli mahir olmalarını herhalde açıklayamamıştır.Alet icat ederek yegane düşünen varlık olduğunu ispat eden ademevladının vicdanını nereye sakladığını da sanırım merak etmiştir.En azından ben merak ediyorum.

Şiddetin bu denli yaygınlaşması gerçeğini, hatta ve hatta çağımızın vebası sayılmasını önlemeye kalkışmak Gazze,Irak,G.Doğu,Afganistan ve benzeri tüm acıların unutkanlıkla örtülmesini sağlayan sebepleri yaratan biz sokaktaki insanlarız.Herşeye boyun eğip geçen,hakları için kıyasıya savaşmayan,ufak çıkarların adamı olan bizler..İrademizi kiraya vermemizin sonucu akıl tutulmalarına boğuluyoruz.Özümüzü yok eden insan ve doğa düşmanı herşeyi ayakta alkışlarken bu hipnoz ortamında en fazla efsunlanan isim hiç soluk almadan koltuklara oturarak halklara önderlik ediyor.

Çoğunluk aydınlar ya da benim gibi yarı okumuşlar asli kavramların içini boşaltarak kendi zihinsel sapkınlıklarını ideolojilerle zenginleştirip kitlelere bol kepçe servis yapıyorlar.Düşüncelerini hayattan almayan biz yarı aydınlar sokaktaki insanın zorlu gerçeği hayattan almasına dudak bükerek kitabi bilgileri dogmalar halinde yaşam anayasasına dönüştürüyoruz.

Değişim,dinamizm,doğanın diyalektiği kalıpların donmuş dünyasında nerede saklı kalıyorlar?Aydınların,okumuş yazmışların şiddetin bu denli yoğun yaşanmasında esas unsur sayılmaları yanlış bir saptama değil bana kalırsa.Mevcut durumun analizini yapıp süslü cümlelere dönüştürmenin, zıtların çatışmasını halktan saklamanın kalemşörleri sayılıyoruz insanlar arasında.Kimsecikler bize güvenmiyor bizse kendimize hiç güvenmiyoruz. Hayat karşısında cümlelerimizi cesaretsiz sızlanmalarla yarım ağız geveledikçe tarih önünde gerimizi kusursuz biçimde kuran patronların hıh deyicisi sayılmaktan öte bir rolümüz olmayacak.

İnsanlık krizinin,özü doğadan koparılmış bireyin zavallı yalnızlığına sebep iktisadi model olduğunu söylemek yavan kalmış bir şarkı…Çarenin arandığı dönemlerin kaosunu yaşıyoruz şimdilerde.Modernizmin yaratıcısı diyebileceğimiz savaşlar son 20 yılda ekonomik krizleri yarattıkça özgürlük arayışımız had safhaya ulaştı.Yakın coğrafyamızda bireysel terör ya da kitlesel terör örgütlerinin yaygınlaşması umutsuzluğun göstergesi. Komşusu aç yatarken kendisi tok yatanın mümin sayılamayacağı bir kültürden en ahlaksız münafıkları yaratmak alet kullanma becerimizi aşan insan kullanma sanatının doğal bir ürünü.Tıpkı Gazze’ye gidecek gemiye binecek yüreğe sahip olmayıp masum insanları İsrail askerlerinin merhametine emanet etmek gibi.

Bilgi ve Algı…

Yaşadıklarımızdan edindiğimiz deneyimler olayları kavrayışımıza neden olan algılarımızı şekillendiriyor.Olumlu veya olumsuz yargılarımızı meydana getiren algıda seçicilik kavramı hayata bakış açımızın temel motifi sayılabilir. Düşünen aklın gerçek bilgiye ulaşma çabası sayabileceğimiz felsefe disiplini,ruhsal dinginlik,NLP,Uzakdoğu fikir demetleri…gibi kültürel kaynakları kullanarak algılarımızı yenileyip verdiğimiz kararlarda yaşayacağımız değişimi kolaylıkla gözlemleyebiliriz.Kalıpların durağan dünyasını yıkıp yerine değişimin dinamik yapısını koyarak insanın zengin kavrayış biçiminin zaferini sağlamak zor bir iş mi?Her verdiğimiz kararı birilerine danışmaktan öte doğru düşünce şeklini edinmek bizden sonrakilere miras bırakacağımız en kalıcı değer bana kalırsa.

Yarın bugünden daha olumlu bir bakış açısına ulaşmak gibi bir hedefimiz varsa beynimizi daha verimli biçimde kullanmalıyız.Düşünceler dünyasında ileriye dönük yolda atacağımız her adım yeni bir kişisel muzafferlik sayılmalı.Yaşamın sonsuz zenginliğinde maddi ya da manevi keşifler yapmak,umutla daha iyiyi aramak,bilgi dağarcığını genişletmek gerçek bilgiye ulaşan yolda atılacak en önemli ama bir o kadar minik devrimsel atılımlara bağlı değil mi? Soru sormaktan çekinmeden daha iyi bir kişiliği hak ettiğine inanarak yola çıkmak her günkü maceramızda mutlu bir anın bize sağladığı ayrıcalığı geri kalan tüm ömrümüzde saklamak keyfini getirecek.

Sakın sizlere karmaşık gelmesin cümlelerim.Özünde herkesin sahip olduğu bir şeyi taşıyoruz.Buna ruh,töz,öz adlarını verebiliriz.Dinsel ya da sipirütüel kavramlardan olanca kaçarak anlatmaya çalışacağım.İnsanlığın binlerce yıllık macerasında bize miras kalan bir çok kavram,kurum,davranış kalıpları veya medeniyet bizden 10.000 sene önce yaşayan büyüklerimiz sayesinde şekillenmişken teknolojik gelişmeler,sanayi devrimleri fiziksel varlığımızı özümüzden uzaklaştırdı.İnsanın özgürlük arayışında modernizm tuzağına düşmesi daha iyi bir hayatı hayal bile etmesini güçleştirdi böylelikle.Bilgiye ulaşma kanallarının çeşitlenmesine rağmen hayat tarzlarının yeknesaklaşması birbirine benzeme fetişinin eseri.Herkes Batı Dünyası ve bireylerine benzer biçimde yaşamak isterken yerel kültürlerin zenginlikleri bu sıradanlık furyasında kayboldu.Dillerin,kültürel kurumların,bambaşka bakış açılarının yitirilmesi insanlık ailesini birbirine düşman haline getirdi.Savaşlar,katliamlar,göçler,salgın hastalıklar,doğal afetler,nüfus patlaması… gibi problemler son 200 senede bu denli artmışsa aramızda imzaladığımız sosyal sözleşmenin değişmesi gerektiği gün gibi açığa çıkmıyor mu?Bunu değiştirecek ihtilal ise kişinin kendi hayatında başlayan bir kararla gerçekliğe kavuşabilir.Bu karar varlığımızı özgür kılmak azminden yola çıkan içgüdüsel bir adım bana kalırsa.

Yukarıda anlattıklarım doğadan uzaklaştıkça özüne yabancılaşan,yalnız bırakılmış insanın gerçek bilgiye ulaşma hevesine doğrudan bağlı bir durum.Bu yüzden algılarımızın gerçekçiliği ve onların değişebilmeleri son derece önemli. Algılarımızı yeniden biçimlendirirken yaşayacağımız ruhsal macera herkesin kendi hikayesini yaratabileceği bir mucizeyi müjdelemekte.Her anınızı bu umudu yeşertmek ve değişebilmek dileğiyle.

Bireysel Terör Ülkesi…

İşsizlik ve ekonomik sıkıntı gitgide artarak sosyal bunalım halini almakta.İnsanlararası ilişkilerin sadece maddiyatla ölçülmesi şaşkınlığı toplumun değer yargılarını alt üst eden ekonomik kriz ile el ele verince ortaya bu cinnet ve terör tablosunun çıkması şaşırtıcı olmuyor.Bireysel terörün suça teşne olan insanlar tarafından topluma yayılması domuz gribinin bulaşması kadar hızlı ve ölümcül bir hal alıyor.Buralarda durum iç karartıcı olsa bile dışarıda daha iyi değil.Özüne yabancılaşma yaşayan,doğadan kopartılmış insanoğlunun yaşam kavgası tezat biçimde kan dökerek savaşın vahşi rengine bürünüyor. Bu sayede yarının belirsizliğini koruması güvensizlik duygusunu besleyerek korkularımızı hayatımızda hakim kılmıştır.Hastalıkların, kirletilmiş doğanın, maddiyatlaşmanın aracın amaç olması tezatlığını yaratması insani yoksunluğumuza maddi yoksullukla katkıda bulunuyor.

Yani insan malzemesinin kendi toprağından ayrılması gerçeği özünden yaban kalan biçare bireylere kalabalıklar arasında yalnız olma ayrıkotluğunu usul usul yedirmekte.Bu uzlet duygusu iç yakıcı bir duygudur.Ki çoğu kişi bu durumdan kendini uzak tutmak için saplantılarına,uyuşturucu tutkunluklarına,yoldan çıkmışlıklara sarılır.Sadece acı veren gerçeği azaltmak içindir yapılanlar.Acıdan hazza varmak aymazlığına arabesk toplumun basamaklarından geçerek ulaşmak,artık hayatın nesnesi olmuş bireyi ölümün öznesi kılmıştır. Yaşamak acı veren bir duygu haline geldikçe ölüm kutsanır.İnsana dair ne varsa reddedilir bu süreçte.İçi boş ve kavrulmuş bu malzeme ile toplumun terörize edilmesi kolaylaştırılmıştır.Bu başarıda payı olan herkese çok teessüf ederim.

Hayatın özlü gerçeği doğada yatmaktadır.Bireysel terörün bu kadar azgınlaşması doğadan bağı kopartılmış insanın çaresizliği değil midir?Suçun sabit olduğu ama kimin haklı kimin haksız olduğu bilinemeyen bu toplum kurgusu kapitalizmin özene bezene yarattığı homo economicus gen biliminin iflas etmesi anlamına geliyor.Mutlu değiliz,zengin değiliz,huzurlu değiliz…Peki insan ne için yaşar?Dünya üzerinde adım atarken hayatın anlamını aramak olanca ağırlığıyla tahakkuk eden lüks tüketim vergisi midir?

Son söz:Bu yazıyı atmayın, lütfen ihtiyacı olan birisine verin…