İmam…

Hatırlıyorum da Dolmabahçe Sarayı’ndaki çalışma ofisimden dalgın dalgın Boğaziçi’ne,kayıklara,balıkçılara, martılara,gökyüzüne bakıp dua ederdim.İlk defa bu mekana taşındığımda kendimi Osmanlı’nın Cumhuriyet’e miras bıraktığı son padişah gibi hissetmiştim.Şu anda hapishanede olan son padişah Erdoğan…Eşyalarıma,renksiz solmuş dört duvara,parmaklıklara,kaba saba sesleri kulaklarıma kadar gelen gardiyanlara usul usul göz gezdiriyorum.Dualarım lanetli bir kabus haline gelmiş sanki. Sarayın yüzyıllık tarihi ile benim kişisel tarihimin gelip buluştuğu ortaklık geleceğimizin şu anlardan müteşekkil zaman aralıklarından yaratıldığını; mukadderatın hiçbir zaman bilinemeyeceğini bana düşündürüyor.Eninde sonunda Allah’ın dediği oluyor.

2010 yılındaki anayasa değişikliği ve referandum çabalarım girdiğim çıkmaz sokaktan bırakın kurtulmayı başıma daha büyük dertler açmıştı.Sabırların tükendiği,kavgaların kıyasıya arttığı o yıllar Türkiye’si ekonomik krizlerin halkın başından bir türlü kalkmadığı dönemdi aslında.İktidar olmayı bir türlü beceremiyorduk.Ergenekon Davası bile askerlerle girdiğimiz koltuk kavgasında bize sırtını dönmüştü.Bütün önemli noktalara ulaştığımız halde gene de karşımıza muhalefet bab’ından herhangi bir odak çıkıyor biz ona gücümüzü hasrederken açlığın,işsizliğin ve tüm bu yaşananların sebebi toplumsal buhranın hükümeti için için kemirdiğini göremiyorduk.İşin aslı gerçekleri itiraf etmek işimize gelmiyordu.8 senelik iktidarımız boyunca yokluk alabildiğine genişlemişti.Küresel Kriz’le iyiden iyiye sarsılan,sıcak paraya meftun ekonomiyi ayakta tutmak varlıkları satmaktan başka bir çare bırakmamıştı bizlere. Zengin-yoksul ayırımı arttıkça gökleri delen rezidans inşaatları şehirde hakimiyet kuruyor,böylesi tezatlığın -açılımlardan dolayı yaşandığı zannedilen kutuplaşma- fakirlikten dolayı olduğunu kabullenmek cesaret istiyordu.Oysa siyasetin yumuşak yüzlü çirkinliği cesaretimizi çoktan budayıp atmıştı.Yokluğun fay hattından kükreyerek büyüyen derin deprem toplumsal hayatı altüst ederken üstelik.

Üzerimize aldığımız riskin gücü tekelleştirmek amacına yaradığını hemen hemen herkes kabul etmiş,beni sıkı sıkıya takip eden kitleler bile ufak yollu homurdanmaya başlamıştı.Zira hep bahsettiğimiz iyileşme bir türlü onlara yansımıyordu.Halka anlattığımız hikaye sona eriyordu işte.Şimdi düşünüyorum da bize düşen seçime gitmek iken o yolu geciktirmek uğruna girdiğimiz referandum çıkmazı yaşadığımız akıl tutulmasından başka bir şey değildi. Yanlışlıklar katarının sıra halinde birbirini takip ettiği iktidarımın son 3 senesi 22 Temmuz Seçimleri’nde itibaren yola koyulmuştu.Anlaşılan kendimi ülkemin tek hakimi zannederken muhalefetle giriştiğim kıyasıya kavga hapishaneye bir kez daha düşmemek içinmiş.Özgürlüğümü var eden Başbakanlık koltuğunu korumak için giriştiğim o korkulu kavga kapkara bir sabahla sona ermişti.Bu çaresizliği anladığımızda ise geçmiş olsun demek düşmüştü hepimize.Ne yazık, korkularım geleceğimi bir kez daha yaratmıştı.

İmam…

Tartışmaların yangın gibi büyüdüğü günlere gelip dayanmıştık.Referandumun tozu dumanı arasında görünmez hale ulaşmış, ne yazık ki gitgide artan açlık ve sefalet manzaraları adı bile okunmayan halk güncesi biçiminde akşam sabah önümüze konan üçüncü sayfa haberleri olarak yüreklerimize diziliyordu.Atılan palavralar arasında zaman kazanıp kendisini siyaset dergahına kapatan kahramanımız son bir çare yargıya elini uzatıyor,parayla beslenen yandaşları kavganın sonucuna bakmadan kaderlerini tek adama çaresizce bağlıyorlardı.Vicdandan uzak,sadece hırstan ibaret kalmış bu itikaf süresince imam ve çevresi tuttukları doğruluk orucunu söyledikleri yalanlarla sürdürmüşler;demokratik kuralları kafalarındaki putlara bağlayan kağıttan kaplanlara dönmüşlerdi.Ulu orta söyledikleri her ne söz varsa geri almaları bizleri şaşırtmazdı,aklı başında gezen adamları asıl şaşırtan şey menfaat duasıyla okutulmuş; basiret tutulmasına benzeyen parti körebeliği nedeniyle gözlerini gerçeklere karşı bu denli kapamalarıydı.Tepeden tırnağa töreden yaratılmış hurafe dağına tırmanan göçerlerdi artık onlar.Zirveye her ulaştıklarında sırtlarındaki yükle yeniden aşağıya yuvarlanan, sözlerine sahip çıkamamış, güce muhtaç iktidar yorgunları…

Hukuka karşı açılan savaşı siyaset üzerinden yürütürken kahramanımız ve yandaşları kafa sayılarına güvenerek yargıda reform başlattıklarını iddia ediyorlardı.Sanırım milletvekili koltukları kadar akla sahip olmayan siyaset esnafı kendilerine ayrılan sürenin dolduğunun farkında değillerdi.Makamlara halk desteğiyle sahip çıkanların düştükleri güç sanrısına olanca hızıyla kapılmışlardı.O hep anlattığım gönüllü sürgünlük haliydi yaşadıkları. Tutuldukları fikrin cazibesinden kendilerinden geçmiş, inatları yüzünden son kullanma tarihlerinin gitgide geciktiği bir yol ayrımına gelip dayanmışlardı.Bayat makyajlardan ibaret fikirleri anayasa değişiklikleri biçiminde arz etme uyanıkları bitiyordu artık.

Bu hikayede bize ayrılan görevse görmek istediklerimizi değil;kendimize dönük gerçekleri yazmaktan bile öte, göremediklerimizi sezmek değil miydi?Olgulardan ders çıkarmak gibi bir işle dertlenmeyen Türk yapımı toplumsal akıl ödünç alınmış garabetleri tekrar tekrar yaşamaktan haz alıyordu sanki. Perde önünde gölge oyunu sahneleyenlerin perde arkasındakilere göre iplerini ayarlamalarına yarayan varlık-yokluk savaşıydı belki de tüm bunlar.Haklının haksıza galip gelemediği,avuç içi kadar sese hakim olanın sürekli masa hakeminin yardımıyla üstün sayılmasıydı.Olmayacak duaya amin demenin sonuna gelmiştik.Herbirimiz yattığımız gaflet uykusundan bir biçimde uyanacak ya kabuslarımıza günaydın diyecek ya da…Vicdan ve akıl tatildeyken yaşamak ne zor; yazmaktan beter bir işmiş.

İmam…

“Buyrun,ben Başbakanlık İletişim Merkezi’nden bilmemkim!” Kendi cep numaramı başına 150 ekleyerek aradığımda karşıma çıkan erkek sesine belki herkesin tahmin ettiği ama ihmal edip sormadığı şu soruyu düşürmüştüm: “Hocam telefonlar dinleniyormuş ne iş?”Sorumu ilk defada anlamayan adam iğreti sesi,kulağımda hala pas içinde duran kırık bir Türkçe ile bana gönlüğümü ferah tutmam gerektiğini böyle bir şey söz konusu olmadığını söyledi. Teşekkür edip telefonu kapatırken Radikal’de okuduğum haberin memurun söyledikleri kadar gerçek olabileceğini düşündüm.Dinlenme korkusu tüm toplumu sarmıştı.Gizli kulak haberleri darbe dönemlerinde ilkokulda okuyan benim için sıradan sayılırdı.Bu sefer tepki göstermemin nedeni sürekli gündeme getirilen,yasadışılığı bilinen ama resmi sayılan casus dinlemelerin başıma da gelebileceği ihtimali idi.Korkum falan yoktu.”Onlardan korkan onlar gibi olsun!” dedim içimden.

Osman Kaçmaz,İlhan Cihaner,Aykut Cengiz Engin,Yargıtay,Danıştay,HSYK…Santralleri dinlenen hukuk kurumları ya da aktörleriydi yukarıda saydıklarım.Adaletin zirvesine çıkmış isimler.2008 yılında İskender Ağa Cemaati’ne yönelik soruşturma yürüten İlhan Cihaner, Ergenekon Davası nedeniyle halen hapiste.Görevi yüzünden açılan davadan ise yargılanmaya yeni başladı.

Tarikat ve cemaatlerin istihbarat savaşlarına girmesi merak etmekle yetindiğim ama yabancı olduğum bir konuydu.Hastalık bahanesiyle halen ABD’de FBI koruması altında yaşayan Fethullah Gülen’in hakim olduğu grubun Emniyet’te “F Tipi Yapı” adı altında kadrolaştığını duyuyor,TARAF Gazetesi’ne haber servis edenlerin iç ya da dış istihbaratla alakalı kişiler olduğunu tahmin ediyordum.Yılların gazetecileri ya da yandaş isimler dururken zamanında Washington’da haber peşinden koşan Yasemin Çongar’ın başına atandığı gazetenin Mehmet Baransu isminde daha önce adı sanı bilinmez muhabirine çuvallar dolusu ve ilginç biçimde çoğu gerçek olan belgelerin verilmesi bana tuhaf geliyordu.Darbe bu değil miydi?Gerçekleşmeyen senaryolara dayanarak insanları hapse atmak sanki henüz sona ermemiş bir davanın intikamı gibi duruyordu.

Tüm bunların sekiz sütuna manşet olan ilavesi hükümet ve Gülen Cemaati arasındaki elle tutulur ilişkiydi.Bu işbirliği Samanyolu TV,Zaman Gazetesi ya da gruba bağlı diğer mecralarda açık açık görülmekteydi.Kader birliği etmiş siyasi iktidar ve dini topluluklar hasımlarını acımasız biçimde izliyor,mahkum etmeye çalışıyor ya da türlü çeşitli bahanelerle devlet gücünü kullanıp hapse tıkıyorlardı.Ergenekon Davası ise tüm bu süreçte kaldıraç işlevi görüyordu.

Türkiye yoksullaştıkça yabancılara düşmanlık besliyor,bir olmayı kaybettikçe kimlik kaygımız toplumu tam ortadan ikiye bölüyordu.Hrant Dink,Rahip Santoro,Zirve Kitapevi cinayetleri…Bu cinayetler:Devlet çekirdekli güç odaklarının aklı bozuk çocukları acımasızca kullanıp birilerine “Yeter! Yerinizde oturun problemleri fazla kaşımayın” uyarısını kin dolu intikam alayında taşıyordu.Cemaatleştikçe bölünüp güçten düşüyor,apartman yönetim kurulu toplantısında bile kavga eden insancıklar haline getiriliyorduk.

Para herkesin arasına girmişti.Baba-evlat,ana-oğul,karı-koca,abi-kardeş,sevgililer,dost-arkadaş…Herkesin gözünde bir numara olan;itin önüne atsan yenmeyecek bu renkli kağıt parçasıydı artık.Evet, ademevladının fiyatı insanlık pazarında haraç mezat belirlenmiş;çirkin bile para sayesinde güzelleşmiş,müptezel orospular namuslu olmuş,pazarlamacı pezevenkler işadamı,sanatçı ya da politikacı sayılmıştı.Fakirler arasında adı sanı duyulan ama varlığından pek haberdar olunamayan zenginlik hayali ihtirasla karışık sefaletle birlikte benlik duygusunu önüne katmış sürükleyip götürüyordu.Biz kimdik?Esasen kutuplaşmanın Kürt-Türk kavgası olarak kristalleşmesi bile varlık-yokluk kavgasından başka bir şey değildi.Bu arada varlıklılarsa halimize bakıp için için gülüyorlardı.Ne demeli?Dindar oldukça yalnızlaşıyor,insanlıktan uzaklaştıkça yoksullaşıyorduk.

Modern zamanlar,zavallı kumaşlardan dokunmuş yalnızlığa meftun ilişkiler sayesinde dar kafalılığı arşa çıkartırken,sanal silahlar kullanarak toplumu aptallaştırmanın mahvedici etkisini insanlar üzerinde seyretmek şimdilerde kolayca kotarılan bir keyif ehli eğlencesiydi.Halihazırdaki rezaleti sezemeyenler,duymak istemeyenler, diz boyu sığlığa din iman getirenler cehaletin üzerilerinde ne kadar şık durduğunu anlayamayan ve bize özgü bu halin faşist anarşizme özgü bir yaşam örtüsü olduğunu idrak edemeyen gönüllü sürgünler durumundaydılar.Haşa huzurdan,bu ülkede ekonomik demokrasinin çorak topraklarını silahlarıyla yaratanlar varolmanın zilyetliğini bireylerden çalıp iç savaşlara kurban etmişlerdi.Özgürlük bir sıkımlık canıyla sanata kan veremiyor,fersiz gözlerin aşk ikliminden uzak düşmüş besteleri,resimleri,heykelleri sanki yabancıların hayatından üzerimize dökülmüş mahremiyet belgeleriydi.Paylaşmanın tadına doyulmaz sevinci azrail gülümsemesine benzeyen bencilliğin kılıcı altında inliyordu.

Fazla mı edebiyat yaptım?Başından beri diyordum,bırakın yapayım!Edepsizlik hengamesi altında yaşarken sizinle sevinerek paylaştığım gerçeğe dair her söz en azından beni özgürleştiriyor.Bırakın çığlık çığlığa yazayım. Sancıların rezaletlerle örtülmek istendiği gün karanlıkları arasında yalnızlığımı sizlerle gidereyim.Benim ilacım, derdimin dermanı sizlersiniz…Gün gelir okumak kaygısını çektikleriniz arasında olursam kafamdaki intiharı yazarak yaptığımı belki anlarsınız.Kalemi yontup çıkaran,yazmazsa deli olan dehaların yanında adımız okunmaz elbet.En azından birkaç kişi okursa bile ne mutlu bana.

İmam…

O çok yadırganan referandum yoluna , görünürde şartların zorlaması sebep olsa bile, kendi rızamla çıkmıştım.Zira 2010 yılı benim için sonun başlangıcı anlamına geliyordu.Öfkeyle bulanmış,yara bere içinde kalmış sezgilerim erken seçimi engellemek için elimde kala kala bir tek referandum silahı kaldığını işaret ediyordu.Ne diyeyim? Bunca hatanın sezgilerimden kaynaklandığını söylemek belki haksızlık olur.Gerçek şu idi:Korkularım,zalimlik kimliğini üzerine giyinmiş yüreğimde kol geziyordu.Korkuyordum,çünkü bugüne kadar hesap sorduklarım yakında benden hesap soracaklardı.Savcıların,hakimlerin,öğrencilerin,askerlerin,mahpusların… demir parmaklıklar ardında ya da kürsü önlerindeki mağrur inatları,ailelerinin onulmaz çileleri; zihniyet sınıfını atlamasını bilemeyen biz dindar snoblara yaklaşan depremin öncü sarsıntıları gibi gelmişti.Deniz Feneri işi beni sıkıştırıyordu.Açılımlar beni sıkıştırıyordu. Ergenekon Davası beni sıkıştırıyordu.Yargı mensuplarının artık direnemeyeceğim muhalefeti beni sıkıştırıyordu. Ömrümün baharı Emine bile hayatımdan endişe ettiği için beni sıkıştırıyordu.Üstüne üstlük dinmeyen bir ekonomik buhran hali beni sıkıştırıyordu.Hayatla kıyaslanıp ölçülen bu cendere dişlerini sıktıkça uykularım kaçıyor, sorumluluk gömleğinin görünmeyen yakıcılığı tenimi,ruhumu üzerimde yarattığı tedirginlikle kavurup duruyordu.

Sağlam durmasını bilen üç beş arkadaş dışında gemiyi önce farelerin terk edeceğinden adım gibi emindim. Referandum pazarlıkları tüm bu kaypaklıkların üzerinde yükselen yalnızlık kakafonisiydi artık.Yalnız bırakılmıştım… Kulağıma kadar gelen kalabalıkların riyakarlıkla dolu tezahüratları arasında pusulasız,yalpalaya yalpalaya fırtınalı sularda ucu bucağı belirsiz,sivri kayalıklara doğru hızla ilerliyordum.Nedendir bilinmez çevremdeki iyi niyetli danışmanlarım arasında bugünleri basiret edebilecek kimse yok muydu?Timsah kısmı yavrusunu yer,semirmek için gözyaşı dökermiş.Şimdi arkamdan sahtekar ağlayış krizlerine girenler yüz sürdükleri eteklerin koruması altında siyasi terekemi paylaşıyorlar.O zamanlar konutumun kapısını menfaat için hayasızca aşındıranların zamanında danışmanlarımın koltuğuma bırakıp kaçtıkları engerek yılanları sayılabileceklerini hesap edememişim.Geri dönülmez siyasi saatin tiktakları arasında çevrem bana ben ise çevreme esir olmuştum.

Günlük hayatın saçmasapan,sürgit karmaşasını bile özledim hapishanede.Renksiz ve soğuk duvarlarla çepeçevre kuşatılmış mahkumluğum inat ve öfkemin menfaat denilen yeme takılmasıyla son bulmuştu.Paradan ibaret saydığım,önemsemediğim herşey bana karşı çıkmış bu davada düşmanlarım bile dostlarımdan daha dürüst olduklarını şahide bile gerek duymadan ispat etmişlerdi.Liderlik özelliklerimin zaman içerisinde önce Başbakanlığa ardından tutsaklığa dönüşmesi sultanlıktan Cumhuriyet’e uzanan bir ülke macerasında demokrasinin silinmez sınır taşlarından birisiydi artık.Biz geri çevirmeye çalışmıştık ama maalesef nehirler tersine akmıyordu.Üstelik taşkın selinin debisi elimizde avucumuzda ne varsa çekip almıştı.

Menderes,Özal ve ben…Recep Tayyip Erdoğan…Kendimi siyaset sahnesinin perde arkasına çekilmiş emekli bir aktörü olarak görüyordum.Ömrümle birlikte mezara kadar gidecek sırlı anılarım artık silik fotoğraflardan ibaret kalmış hafızamda düğün bayram kartpostalı halini almıştı.Kendi kendime sinirlenip dişlerimi kırarcasına gülerken yaşadığım hüzün halinin arasıra sinirlerimi mahvetmesi bile hayatımın giz dolu macerasının güvenli kıyılara doğru sürüklenip sürüklenmeyeceği hesabına takılıp kalmıştı.Yıllar önce benliğimi tekin olmayan ellere teslim etmem şu anımdaki acıların ana vatanıydı sanki.Hatalarımın günahlarımdan öte korkularımdan kaynaklandığını görememek cemaat evlerinde miras alıp bırakamadığım çocukluk halinin akıl günlüğüme birer birer düşmesi sayesinde gün ışığına kavuşuyor.

“Söz ola kestire başı…” Ayaküstü siyasete armağan ettiğim dilbaz demeçlerden birisi bu cümle olmuştu.Artık yönetilemez hale gelmiş ülkemde içi boş laf ebeliğinin mukadderimi tek cümleyle açıklaması ne garip tecelli.Ağız kalabalığına ram olmuş kürsülerde mikrofonlara olan hakimiyetim kader adındaki tiyatroda yapıp ettiklerimin değil sözlerimden örülü hükümlerin alın defterime yazılmasına neden olmuştu.Yaşadıklarım yazamadıklarımın ötesindeydi.Gizlemeye çalıştıkça zaman denizinde kıyıya vuran sırlarım devlet oyununda körebe sahnelerini tekrar tekrar yaşamaktan ibaret imiş.

Beni diğerlerinden ayıran haslet ne olabilirdi?Türkiye’nin ilk hapishaneye girip sonra Başbakan seçilen kişisi ben değildim.Menderes kadar karizmatik sayılmazdım,çünkü karşımda İnönü yoktu.Özal kadar ufku açık bir insan değildim çünkü kimliğim mesleksiz bir muhafazakarlıkla fazlasıyla hemhal olmuştu.Krizle iktidara gelmem benden öncekilerin beceriksizliği sayesinde karşıma çıkan altın vuruştu aslında.Krizle düştüğümüz yoksulluk beni iktidara getirmişti.Oysa bana oy verenler zengin bir kişiyi seçtiklerinin farkında değillerdi.Sandıktan çıkan piyangoda memleketini dahi bilmediğim Peron’a benzetiliyordum.Onlar kadar güçlü,karizmatik ve zengin idim.Seçkinlerin işine gelen bu aldatmaca daha Başbakan olmadan Beyaz Saray’a davet edilmem ayrıcalığını sağlamıştı.

Şimdi anlıyorum ki menfaatlerden müteşekkil hilekarlıkla dolu yap-boz oyununda görünürde ayrıcalıklıymışım. Bu yargının basit nedeni ise ömrümü adadığım siyaset sanatına soyunurken benden olanları benim gibi olmayanlarla ayırıp çevremi kayırmakla işe başlamaktı.Gençliğim boyunca ait olduğum topraklarda aidiyet hissetmediğim bir düzen altında yaşamak azınlık zihniyetini beynimde taşlaştırmıştı. Açılımlara bu kadar hevesle başlamamın sebebi bu olabilir miydi? Ya da kalabalıklar arasında kendimi yalnız zannetmem?Katı doktrinlerin gelip ulaştığı son nokta ideolojisizliğin kişilik bozan rahatlığı değil miydi?Eleştirelere karşı takındığımız umursamaz tavrı değerlerimizi tümden yitirmenin sağladığı içler acısı ferahlığa mı borçluyduk yoksa?

Çoğu zaman korkularından cesaret ikmal eden benliğim sınırlara varmadan duramıyordu.Yaşanan din savaşlarında ismimi Medeniyetler İttifakı’nda eş başkanı sıfatıyla kullanmalarına itiraz etmeyişim benden olmayanlara karşı varlığımı kabul ettirme kaygısı güdüyordu sanki.Toplumun zencisi deyimini farkında olmadan yüreğime kazımıştım.

İmam…

BİM,Zaman,Kuveyt Türk,Albaraka,Abdullah Gül,Ülker,Boydak,Kanal 7,Albayraklar,Sabah,Yeni Şafak,İpek Grubu,Kanal Türk, MÜSİAD, Fuzul Grup,El-Maktum,Taraf,Samanyolu TV,İhlas Holding,İstanbul Büyükşehir Belediyesi,Melih Gökçek, Mustafa Yaman,TRT,Ülke TV, Washington,AB,Yeşil Kuşak Teorisi,FEM Dersanesi,TGRT,Ergenekon Davası,Özel Yetkili Savcılar,George Soros, Açık Toplum Enstitüsü,TOKİ,İETT,MİT,Fatih Üniversitesi,İskenderpaşa Cemaati, Ahmet Çalık,Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, Fethullah Gülen,CIA,Varyap,İstanbul Adalet Sarayı,Yaşar Büyükanıt,Recep Tayyip Erdoğan, Zekeriya Öz, İSKİ,CNN Türk, İhlas Koleji,Korkut Özal,İlker Başbuğ, TÜSİAD, Kömür Yardımları , Kiler Grubu,Zekeriya Karaman,Yüksek Seçim Kurulu,YÖK,Vahit Kiler, Graham Fuller, Katar,Çalık Grubu, Vakıfbank,Diyanet İşleri Başkanlığı,TDV, Nakşibendiler,Rand Cooperation,Necmettin Erbakan,Yıldız Holding, Futbol Federasyonu, Bülent Arınç,Hak-İş,Nazlı Ilıcak,Fazilet Partisi,Süleymancılar,Osman Şanal,Mehmet Baransu, Sosyal Yardımlaşma Ve Dayanışma Vakfı,Memur-Sen, Haber7.com,DenizFeneri Derneği,Yasemin Çongar,Şamil Tayyar, Mustafa Karaalioğlu,Hüseyin Çelik,Cengiz Çandar,Asya Finans,Zahit Akman,Sabri Ülker, CSIS,Suudi Arabistan,Demokratik Açılım,Burhan Kuzu…

Hafızama birer birer gelen ve daha sayamadıklarımla Türkiye siyasi haritasına özellikle Belediyeler vasıtasıyla rant yaratıp ekonomik temelli bağnazlık sütunları dikenler… Din baronlarıyla onların sadık iç ve dış kalemşörleri onlar… Birbirleriyle mutlak suretle alışveriş yapıp,azınlık zihniyetlerini paraya dönüştüren aktörler…Toplumu açlığa mahkum eden hesapsızlığın sermaye mendirekleri…Az sayıdaydılar ama şimdi çok güçlüler.Belki içlerinden manşetlere sivrilen bazıları ismi hiç duyulmamışlardan yürekten daha temiz.Görünmeyen bazı kısım ise müslümanlığı dönüştürmede parayı kullanarak insan ait olan hakkı İslam deyip çalanlar cemaatinden.Kimisi bizim gibi göle maya çalanların çaresiz yazı döktürmelerine tam anlamıyla karşılık gelen din sunaklı acımasızlığın bile isteye kurbanları.Çoğunluk ise menfaatin inancı ışık hızıyla kirlettiği 2010’lar Türkiye’sinde tarih sahnesinde yer alamayacak sığlıkta,sadece manşetlerden müteşekkil içi boş portreler geçidi.

Osman Kaçmaz,Yarbay Ali Tatar,Kadir Özbek,Avrasya TV,Prof.Dr.Yücel Aşkın,Ömer Faruk Eminağaoğlu,TTB, İlhan Cihaner,HSYK, Danıştay,Adil Serdar Saçan,Ali Sirmen,Nihat Genç,Mustafa Birden,Türk Eczacılar Birliği, TÜRMOB,Yargıtay,TSK,Cumhuriyet,Sabih Kanatoğlu,Halkevleri,Türkan Soysal,Süheyl Batum,Halk TV…

Yukarıda sayılanlar uluslararası maneviyat savaşlarında yalnızlaştırılmışlar…Devlet gücünün ceberrutluğunu üzerilerinde denediği, siyasete soyunmak zorunda bırakılıp savunmaya çekilmiş isimler…Kıyı kıyı yaşamak isterken kaos sevdalılarının hayatlarını har vurup harman savurduğu memleket sevdalıları onlar.İnandığı değerleri sırf iyi cins İngiliz kumaşı giymek uğruna sahteleri ile teyellemeyenler…Fakirlik hırkasını mensuplarına layık görenlerin beğenmeyip devlet kafalı dedikleri, burjuva olamadan zenginleşen türedi bir sosyal tabakaya inat çağdaş ve cesur Türkiye yurttaşları.Sabah sabah birbirlerine gülümseyerek “Günaydın!” demesini bilenlerin çoğunlukta kalabildiği bir ülke arzusuyla uykularından uyananlar.Karanlık bir gün kabusunu akıllarından sıyırıp atan kimseler.Böylesi olabilenlere ne mutlu!

İmam…

Bu ülkeyi sevmek,hiç bitmemiş ve bitmeyecekmiş gibi duran yağmurlu bir türküyü söylemeye benziyordu.Binlerce yıllık tarihini savaşlarla,sürgünlerle,katliamlarla yaşayan Anadolu halkının kala kala tek çaresi derdini sardığı acı bir içe kapanma hissi olmuştu.Kulların sultanlarını elleriyle yarattığı eğik başlar diyarında aşka cesaret etmek zamanla en utanmaz yalanların,iftiraların duvakları arkasına gizlenmiş riyakarlıkla dolu insanlık şölenine dönüşüyordu. Birbirleriyle sevgi dilinden konuşmak isteyenlerin tüm benlikleriyle varolamadıkları, vücutlarda gizlenen nice bekaretin törelerin adı konmamış şehvetine kurban edildiği masum sanıklar ülkesi,Türkiyem. Analığını Anadolu adından devşirmiş ancak dişiliğinden ayırmış nice kadın;erkeklik ailesinin nefret dolu baskısı altında kanlı cürümlere kurban edilirken,içgüdülerini yaşayamayanların intihar ağacına bir çentik de kendileri için atıyorlardı.

Kadınların özgür bırakılmadığı bu topraklarda erkekler ne kadar özgürdü?Para için hiç gözünü kırpmadan boynunu sunağa uzatan adamların kişilik terazisinde ekmek kavgası onur savaşının önüne geçmiş,askerlikleri süresince o hep sabırsızlıkla beklenen tezkere sivil hayatta bir türlü kendilerine verilmeyen dünya vatandaşlığı vizesine dönmüştü.Nedense benlikleri esir eden,sözlere,hürriyete sığmayan uzlaşmaz çelişkiler yorgun yüzlerin iç denizlerinde sanat eseri haline bir türlü getirilemiyordu.

Tıkanmıştık…Ellerimizle özene bezene yarattığımız sisli puslu Türk işi labirentte değişim nehrinin akışına yabancı kalmış, kurumların tuzağına bile isteye düşmüştük.Gülay isimli güzel gözlü gazetecinin dediği gibi gidemeyenlerin ülkesi olmuştuk.Gidemiyorduk…Bu iş bu kadar basitti…O sözün bittiği yıkık sahil kasabasına,o sahte kahramanlar müzesine çoktan ulaşmış,özgürlükten yana murat alamadığımız her ne varsa intikam alaylarını insanlığımızın üzerine salıyorduk.Hiç ummadığımız kadar fakir,hiç ummadığımız kadar çıplaktı sınırlarımız.Cümle alemin gelişme yönündeki sancılarına bana ne diyen küstah çocuklar gibiydik.Savaşın ortasında isyan eden kapıkulları misali aslında bize ait olan hazine-i hassadan önümüze atılan topu topu bir kaç parça kemik uğruna korkudan titreye titreye dövüşüyorduk.

Nefretli cümlelerini halkımın dilinden türetmiş dost yüzlü düşmanların sadık kuklaları olmuştuk. Silik gölgelerin asri oyununda asıl suçlu kimdi? Bizi bize düşman eden kimdi?Son bir çabayla o cahilce imanlarına sarılanlara yoksul umutsuzluğu reva görenler kimlerdi?Bekleyip görecektik.Sonunda sel kazanacaktı bundan emindim. Yanılıyor muydum yoksa?

İMAM…

Günlerimiz,iktidara darbe düzenlemek isteyen generallerin,doktorların, gazetecilerin, siyasetçilerin… kısaca toplumun her kesiminden insanların tutuklandığına şahit olmakla geçiyordu.Paranoya düzeyine ulaşan koltuğu kaptırma korkusu yoksullaşan halkla birlikte tavana vuruyor,yakın tarihte yaşadığımız kabusları yeniden kucaklıyorduk.İnsanlar birbirlerinden korkar hale gelmiş, savaş dönemlerini andıran sokak sahneleri gözlerimizi doldurmaktaydı.Hikayenin gerçek zaman ve hayallerle örülmüş sahnesindeki giz perdesi kaosla hayat bulan bir emek kavgasıydı artık.Sokaklardan gümbürdeye gümbürdeye gelen bir dünya insan ekmekten yana haklarını almak için sıraya girmiş,akışın gerisinde kalanları acımadan çöp sepetine göndermeye karar vermişlerdi.Tarihin eşlik ettiği sonsuz koşuya çevrelerindeki insanlara faydası dokunanlar dahil olacak,yetersizlikleri tüm bedenlerine yayılmış budalalarsa değişimin yarattığı fikri tuzaklara düşeceklerdi birer birer.Bu iş bu kadar basit ve hepimiz için geçerli toplum yasasıydı artık.Ütopya yaratmak isteyenlerin hayalleri gerçeklik duvarına çarpıp paramparça olurken savaşın tarafları güç kavramı etrafında çelikten örülmüş bir hale yaratacaklar ve salt ona olan susuzluklarıyla yürekleri çatlaya çatlaya insanlıklarını icara vereceklerdi.Maddi değişim maneviyatı altüst edecek,sokaklardaki onursuzluk sanata,kadına, aşka ve hepsine sebep olmuş biz zavallı erkeklere ulaşa ulaşa sancıları yalanlarla alabildiğine bezeyecekti. Aklından zoru olanlar şanslı sayılacak,gerçekleri anlamlandırmakta zorluk çekenler yarı akıllı yarı çılgın bilinçlerinin hırslı kaygısıyla deliliğe özeneceklerdi.Yaşananlar böylesine açık,fırtınalı sulara gönenmiş bir seyr-ü sefer emri gibiydi sanki.

Olmayacak duaya amin diyenlerin tanrıları para kıblelerini en hakikisi Amerikan dolarından yaratmışken sanıyorum gerçeği yukarıdan bakıp halimize gülüyordu.Hoş, savaşlara,katliamlara,yokluklara,yoksunluklara bakınca O’nun varlığından gayrı insana ait her ne varsa reddettiğimizi görmek sadece paradan ibaret kalmış çorak vicdanlarımıza şahadet getirmekle eşdeğerdi.Herkesin günahını çekeceği cehennem hayatı ta öte taraflardan kalkıp buralara kadar gelmiş,çılgın bir arzuyla beklediğimiz cennetse uzak denizlerin göklü maviliklerine kimseden habersiz alabildiğine kaçıp saklanmıştı.Doğa yoktu,kadın yoktu,aşk yoktu…Aslında adam gibi adam da yoktu. Penisi olan ama iğdiş edilmiş bir sürü zavallı erkek toplum denilen haremin ağalığını yaptığını zannetmekte idiler.

Güce tapmanın güçsüzlüğe düşmekle elele yürüdüğü,mekanını kaybetmişlerin gece hayatına benziyordu hikayeler.Aşkın olmadığı yerde erotizm kalmamış,erkeğim diyerek çorak göğüslere yüzlerini sürenler çaptan düşmüş olmanın küskünlüğünü biteviye tatmin ediyorlardı.Edebiyattan çıkan edepsizlik dalga dalga sokaktakine yansımış,geçmişin küfürleri bile asalet cihetinden esen has bir akşam rüzgarı halinde göğüslerimize dal dal serilmişlerdi.

İşte kahraman imamızın yönettiği modern çağın ülkesi geri kalmışlığını inkar etmekten bıkmamış,utanma duygusunu benim gibi çerçeveletip vicdanının ön duvarına asmıştı.Onlar gibi ben de utanmıyordum,utanmaktan bıkmıştım. Arsızlık,canım insanım gibi asri hastalığım olmuş,”Beleş mezar var!” lafını duyunca topluca intihar etmeyi düşünenlerin yanında yer almaya niyetlenmiştim.Aslında böylesi bir deri değiştirme işinden benim bile haberim yoktu.İçgüdülerimi yaşamaya yemin etmişken yazmak edimiyle elele veren patolojim bu duruma birlikte karar vermişlerdi.

Bir yola çıkmıştım yapayalnız…Bugüne kadar sevgiden ırak kalmış yüreğimde yarattığım çölün farkına varmadan soluksuz acı çekerek yaşarken sırtımdaki o ağır yük taşınmaz hale gelmişti.Değişmeliydim.Kendimi yaşayamadan ölmek bana yakışmazdı.İçgüdülerim olmasa bana kutsal bir kasede sunulmuş cümle hayatım anlamsızlıklarla örülü düşüncelerimden dolayı yok oluşa kurban gidecekti.Kendi cinayetimi kimse görmeden ellerimle işleyecek ve bu hayata elveda diyecektim.İşte o inanç yüreğimden tuttu.Yazdıklarım, cesaret edip yazamadıklarımla sizlerin karşınızdayım.İnanma edimini küçük görmeyin sakın,kahramanımızı hapishaneden çıkarıp Başbakan yapan o gizemli ama herkesin sezdiği kudret beni yeniden var etmişti.

Şimdiki zamanımı önce O’na sonrada kendime borçluyum.Yazar kısmının imansız kalem egzersizlerini yalnızlığa çaresizce sığınmalarına, yazma eylemlerini ısrarla tanrılık ile eş değer saymalarına yorarım.Yazarlık işinin çıraklığını yapan bizim gibilere gelince elifi görse mertek zanneden okumalarıyla övünen yüksek okul diplomasına sahip kanlı canlı kalemşörleriz.İşte bu kitap ya ölümüm olacak ya da beni yeniden yaratacaktı.Bekleyip, görecektim