İmam…

“Olmaz.One Minute…”,”Mr President,I’d like to apologize…” böyle başlamıştı tartışma.”Sayın Perez yaşın benden büyük” diye girdim söze.”Öldürmeyi siz çok iyi bilirsiniz!”…Sanki içimde biriken o öfke, haksızlık karşısındaki sabırsızlığım yeniden hayat bulmuştu.Davos’ta ben yeniden var olmuştum.İşte o karlı ve tartışmalı geceyi hiç unutmuyorum,ölene kadar da unutmayacağım… Dünya Ekonomik Forumu toplantıları yapılıyordu,Ortadoğu’da barış ile ilgili bir buluşma vardı.Diğer davetli isimler Peres,Ban Ki Moon ve Amr Musa idi. Konuşmamı yaptım… O saate kadar yaşananlarda bir tuhaflık yoktu.Benim ardından İsrail Devlet Başkanı söz aldı. Hiç beklemediğim ama sabırla dinlediğim sertlikte bir konuşma yaptı. Şahsımda ülkemi suçlaması 20 dakika kadar sürdü.Ama tahammülümün tükenip damarımın iyice kabardığı an moderatörün bana cevap hakkı doğmuşken mikrofonu vermediği kısa zaman parçasıydı.Kasımpaşa sokaklarında rast geldiğim kumpasa diplomasi koridorlarında kibar yüzlü beylerin masalarında şahit olmuştum.İşte başkaları için senaryo dedikleri ama fenomen olarak algılanan “One minute” olayı benim için böyle başladı.

İsrail’in Gazze’de yaptığı Dökme Kurşun Operasyonu’nda binden fazla masum insan katledilmişti.Halbuki daha bir kaç gün önce Olmert Ankara’ya gelmiş dostça bir tavra bürünüp, harekattan haberi olmadığı intibaını bizlerde uyandırmaya çalışmıştı.Düştüğüm bu oyunu hiç unutmamıştım. Şimdi sıra bendeydi.Karşımda yaşlı bir insan olsa da artık iş devletlerarası bir mesele haline dönüşmüştü bile.Gazze’deki çocuk arkadaşlarım için cevap vermek zorundaydım.Kardeşlerim için cevap vermek zorundaydım.O an sesimi çıkarmasam şimdikinden kötü bir duruma düşecektim.Yani aslımı inkar edecektim.Öfkem yatağını bulmuş, akıyordu…Yetmişti artık…

O saatten sonra kaderimin değiştiğini hissettim.Ülkemin,milletimin benimle birlikte olduğunu çok iyi biliyordum. Davos sonrası iktidarımın gücü artmıştı.Gerek askerlere karşı,gerek yargıya karşı kendimi daha fazla güvende hissediyordum. Ergenekon sürecinde hasımlarımı saf dışına bırakmam nasıl hukuku kullanarak izlediğim yöntem idiyse Gazze saldırısı sonrası Davos öyle bir can simidi sunmuştu bana.Bazen insan kendini en çaresiz hissettiği anda Allah’ın yardımını görüyor.Sıkışmıştım ve “One minute” bana hızır gibi yetişmişti.Daha bir buçuk sene önce yapılan seçimden hiç beklemediğim kadar güçlü çıkmıştım. Abdullah, Cumhurbaşkanı seçilmiş ben neredeyse oyların yarısını alarak Başbakan’lığımı perçinlemiştim.Şimdi bakıyorum,bugünlerin geleceğini tahmin edemeden geleceğimi kaderimin parladığı o anlardan ibaret sanmışım.Oysa hakikat ufak olaylar arasında kendini gizliyordu.Halkımın gözünde ve onların desteğiyle ufkumun varacağı en son ümite doğru yol alıyordum.

Kalabalıklar arasındaki yalnızlığımı giderecek tek ilaç iktidardı benim için.Çölde susamış bir insanın serap gördüğünden daha fazla uzaktım aslında.Şafaka yakın saatler gecenin en koyu vaktiydi ve ben karanlıkta el yordamıyla sonu nasıl biteceğini bilemediğim hikayeye doğru adım atarken yolumun üzerindeki insanlardan mürekkep haritaya dikkat etmemiştim.O insanlar beni var etmişlerdi.Şimdi tuzaklarına düştüklerimin onlarla benzer sıfatlar taşıması ne kadar garip.Toplum,birbirinden farklı gözüken oysa birçok konuda aynı düşünen aile gibi.Zamanında bu ailenin reisliği bana altın tepsiyle sunulmuştu.O zamanlar şahsıma emanet olarak verilen şimdiki tutsaklığım karşılığında benden geri alınıyordu.

Kavgayla sürmüş bir hayatın gecelerime tercümesi cümle huzur bırakmadı uykularımda. Gözlerimi duvara dikip sürekli geçmişin hesabını yapmaya çalışırken kabusların bulut bulut çevremi sardığını hissediyorum.Halbuki algıladıklarım benim aklımdan ürüyorlardı,biliyorum.Ve kendimi onlara karşı korumak zorundayım.Parmaklıklar ardında unutulma, eşimi,ailemi bir daha görememe ihtimali varoldukça gözlerime haram edilmiş keyif dolu uykumu ne kadar çok istiyorum.Yazık,onu nicedir yitirmiştim.Kendime karşı duyduğum dürüstlükle birlikte…

Koltuk insanı kirletiyordu.Dünyanın gelip geçici heveslerine kapılmam yüzünden önüme açılan tuzakları göremez olmuştum.İktidarın hırsla karıldığı o kokuşmuş düzende gömleğimi üzerimden sıyırıp zatımdan istenilenleri ses çıkarmadan yapmam sanki bir müridin şeyhinin isteklerini yerine getirirken sunduğu itaat hissiyle doluydu.Bu hale getirilmem üzerinde yükseldiğim kültürün doğal sonuçlarından başkası değildi.Ait olduğum çevreye bir kez daha yenilmiş,doğup büyüdüğüm, içinden geldiğim taassubun üzerimde yarattığı baskıya karşı koyamamıştım.Yaşamım boyunca hayranlık duyduğum gücün karşı konulmaz cazibesi yalnızlığımdan feyz alıyordu.Korkularım ise benimle kader ortaklığı yapan, parmaklıklar ardındaki yegane dostumdu artık.

Robotlaşmış olmanın ne anlama geldiğini oralara ait olmayan bilemez.Gönüllü bir sürgündür cemaat hayatı.Çile doldurmanın ötesinde benliğini kiraya vermenin, kula kulluk etmenin iç burkan kaygısıyla eğleşip durursunuz. Dışarıda koskoca bir dünya sizin kucak açmanızı bekler, oysa siz imanla dolu kaprislerin,edepsizliğin,riyakarlığın yumuşak bağrında kalbi kapkara bir oyuncak haline getirilirsiniz. Başkalarından birşeyler beklerken sizden istenileni verir,verdiklerinizin karşılığında kişilik surlarınızda ne gibi yaralar açılır tahmin bile edemezsiniz.Herşey olabilirsiniz benim gibi:Başbakan,milletvekili,belediye başkanı… ama mutlu olmak için güven duygusunu korumak. İşte o imkansızdır böyle gönüllü sürgünler için.Bir dava uğruna yüreğimi harcarken nefesimi sayanların varlığını sürekli ardımda hissetmem beni huzurlu bir yaşama hasret koymuştu.

Soykırım Tasarısı…

Ermeni Açılımı ilk somut meyvesini Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin “Soykırım Yasa Tasarısı”nı kabul etmesiyle verdi.İşin bundan sonraki safhası Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin tasarıyı gündeme almasıyla devam edecek.Eğer Senato bu yasa tasarısını onaylarsa Başkan Obama,yasama organından geçip önüne kadar gelen krize çözüm arayacak.Belki de Soykırım Tasarısı nedeniyle her 24 Nisan’da yaşanan gerginlik bu yıl derinleşerek büyüyecek.

Şimdi çıkıp “ABD zaten Ermeni dostu.Soğuk Savaş döneminde bizi hep kullandı bu sefer AKP’yi Stratejik Ortaklık bahanesiyle kullanıyor!” diyeceğiz.Uluslararası ilişkilerin soğuk gerçeklerini duygusal kılıflara büründürmekle ne kadar doğru yapıyoruz?Tarih boyunca Rus Çarı’nın yaptığını şimdi ABD Başkanı oy kaygısıyla tamamlıyorsa olağan akışı geriye çevirmek güç iş.1915 yılı içerisinde,özellikle savaşın son dönemlerine doğru Hristiyan Ermeni Cemaati’nin İttihat ve Terakki liderlerince şifai emirler verilerek Teşkilat-ı Mahsusa tarafından savaş şartlarında göçe zorlanması gerçeği Ermeni Çetecilerin Van, Erzurum, Bayburt ya da diğer Doğu illerinde korkunç katliamlarını gizlemez.Bunun yanında göç yolunda aşiretlerin saldırılarına maruz kalan,hastalıklarla kırılan bir halk var ortada.Tehcir’in yarattığı göç dalgası Ermeni toplumunu bir daha biraraya gelemeyecek derecede ayırmıştır.Bunu hiçbir halk unutamaz.Tıpkı ASALA militanlarının 1970 ve 80’li yıllarının başında diplomatlarımızı şehit etmesini unutmadığımız, Hocalı Katliamı’nı nefretle hatırladığımız gibi.Hocalı’da 1991 yılında Ermenilerin Rus Ordusu yardımıyla Azerileri katletmesi güvenli bir ülkede yaşamanın önemini bizlere bir kez daha hatırlatıyor.Dağlık Karabağ’ı işgal eden Ermenistan devleti hala o topraklardan çekilmedi. Minsk Grubu,AGİT… adına her ne derseniz deyin, Azeri kardeşlerimizin yanında olmak boynumuzun borcu.

Duygusal problemler halinde uç veren iç çatışmaların çözümü çok zorlaşıyor.Özellikle Filistin-İsrail,Ermeni-Türk,Boşnak-Sırp,Azeri-Ermeni anlaşmazlıkları gibi aynı coğrafyayı paylaşan ancak farklı etnik köken ve dinden gelen halkların çatışmasını silahlı müdahalede bulunmadan önlemek imkansız.

Din ve kültür farklarının Soğuk Savaş döneminin göreli istikrarının yerini almasıyla yaşanan mikro-savaşlar 11 Eylül Saldırıları ile boyut değiştirmiş, İslam dünyası “Terörle Savaş” adı altında kana bulanmıştır.Maalesef tarihte tanık olunan gerçek stratejik ortaklıklar din, kültür ve ırk birliğine dayananlar olmuştur.Modern zamanlarda artık geride kalması gereken bu anlayış toplumlar içe dönük hale getirildikçe yabancı düşmanlığı ya da ırkçılık biçiminde kök salıp büyüyor. Hollanda’da, İsviçre’de, Fransa’da hatta bizde yaşanan karşı taraftan olana düşman gözüyle bakan bu zihniyet nefret ikliminin katılaştırdığı önyargıların iyice uç vermesiyle hayat buldu. Bunun adını ekonomik krizle işsiz kalanların sınıf farklılıklarının suçunu yabancı düşmanlığı haline getirmeleri olarak koyabiliriz.

Osmanlı halkının son dönemlerinde tecrübe ettiği 93 Harbi, Balkan Savaşları,I.Dünya Savaş’ının kanlı bilançosu : Yıkılan bir imparatorluk, milyonlarca ölü,dağılan aileler oldu.Büyük Ortadoğu Projesi,İslam coğrafyasının parçalanıp kana bulanması planına dayanması hasebiyle gelecek zaman ırkçı nefretin arttığı,dinin terörle anıldığı günleri beraberinde getirecek.El-Kaide,Leşker-i Tayyibe,Hamas bu örgütlerin önde gelen isimleri olarak anılacak,müslümanlar ise terörist.Peki ya burnumuzun dibinde katliam yapan Ermenistan, İsrail,ABD,Rusya gibi devletler hangi sıfatla anılacaklar?

İMAM…

Günlerimiz,iktidara darbe düzenlemek isteyen generallerin,doktorların, gazetecilerin, siyasetçilerin… kısaca toplumun her kesiminden insanların tutuklandığına şahit olmakla geçiyordu.Paranoya düzeyine ulaşan koltuğu kaptırma korkusu yoksullaşan halkla birlikte tavana vuruyor,yakın tarihte yaşadığımız kabusları yeniden kucaklıyorduk.İnsanlar birbirlerinden korkar hale gelmiş, savaş dönemlerini andıran sokak sahneleri gözlerimizi doldurmaktaydı.Hikayenin gerçek zaman ve hayallerle örülmüş sahnesindeki giz perdesi kaosla hayat bulan bir emek kavgasıydı artık.Sokaklardan gümbürdeye gümbürdeye gelen bir dünya insan ekmekten yana haklarını almak için sıraya girmiş,akışın gerisinde kalanları acımadan çöp sepetine göndermeye karar vermişlerdi.Tarihin eşlik ettiği sonsuz koşuya çevrelerindeki insanlara faydası dokunanlar dahil olacak,yetersizlikleri tüm bedenlerine yayılmış budalalarsa değişimin yarattığı fikri tuzaklara düşeceklerdi birer birer.Bu iş bu kadar basit ve hepimiz için geçerli toplum yasasıydı artık.Ütopya yaratmak isteyenlerin hayalleri gerçeklik duvarına çarpıp paramparça olurken savaşın tarafları güç kavramı etrafında çelikten örülmüş bir hale yaratacaklar ve salt ona olan susuzluklarıyla yürekleri çatlaya çatlaya insanlıklarını icara vereceklerdi.Maddi değişim maneviyatı altüst edecek,sokaklardaki onursuzluk sanata,kadına, aşka ve hepsine sebep olmuş biz zavallı erkeklere ulaşa ulaşa sancıları yalanlarla alabildiğine bezeyecekti. Aklından zoru olanlar şanslı sayılacak,gerçekleri anlamlandırmakta zorluk çekenler yarı akıllı yarı çılgın bilinçlerinin hırslı kaygısıyla deliliğe özeneceklerdi.Yaşananlar böylesine açık,fırtınalı sulara gönenmiş bir seyr-ü sefer emri gibiydi sanki.

Olmayacak duaya amin diyenlerin tanrıları para kıblelerini en hakikisi Amerikan dolarından yaratmışken sanıyorum gerçeği yukarıdan bakıp halimize gülüyordu.Hoş, savaşlara,katliamlara,yokluklara,yoksunluklara bakınca O’nun varlığından gayrı insana ait her ne varsa reddettiğimizi görmek sadece paradan ibaret kalmış çorak vicdanlarımıza şahadet getirmekle eşdeğerdi.Herkesin günahını çekeceği cehennem hayatı ta öte taraflardan kalkıp buralara kadar gelmiş,çılgın bir arzuyla beklediğimiz cennetse uzak denizlerin göklü maviliklerine kimseden habersiz alabildiğine kaçıp saklanmıştı.Doğa yoktu,kadın yoktu,aşk yoktu…Aslında adam gibi adam da yoktu. Penisi olan ama iğdiş edilmiş bir sürü zavallı erkek toplum denilen haremin ağalığını yaptığını zannetmekte idiler.

Güce tapmanın güçsüzlüğe düşmekle elele yürüdüğü,mekanını kaybetmişlerin gece hayatına benziyordu hikayeler.Aşkın olmadığı yerde erotizm kalmamış,erkeğim diyerek çorak göğüslere yüzlerini sürenler çaptan düşmüş olmanın küskünlüğünü biteviye tatmin ediyorlardı.Edebiyattan çıkan edepsizlik dalga dalga sokaktakine yansımış,geçmişin küfürleri bile asalet cihetinden esen has bir akşam rüzgarı halinde göğüslerimize dal dal serilmişlerdi.

İşte kahraman imamızın yönettiği modern çağın ülkesi geri kalmışlığını inkar etmekten bıkmamış,utanma duygusunu benim gibi çerçeveletip vicdanının ön duvarına asmıştı.Onlar gibi ben de utanmıyordum,utanmaktan bıkmıştım. Arsızlık,canım insanım gibi asri hastalığım olmuş,”Beleş mezar var!” lafını duyunca topluca intihar etmeyi düşünenlerin yanında yer almaya niyetlenmiştim.Aslında böylesi bir deri değiştirme işinden benim bile haberim yoktu.İçgüdülerimi yaşamaya yemin etmişken yazmak edimiyle elele veren patolojim bu duruma birlikte karar vermişlerdi.

Bir yola çıkmıştım yapayalnız…Bugüne kadar sevgiden ırak kalmış yüreğimde yarattığım çölün farkına varmadan soluksuz acı çekerek yaşarken sırtımdaki o ağır yük taşınmaz hale gelmişti.Değişmeliydim.Kendimi yaşayamadan ölmek bana yakışmazdı.İçgüdülerim olmasa bana kutsal bir kasede sunulmuş cümle hayatım anlamsızlıklarla örülü düşüncelerimden dolayı yok oluşa kurban gidecekti.Kendi cinayetimi kimse görmeden ellerimle işleyecek ve bu hayata elveda diyecektim.İşte o inanç yüreğimden tuttu.Yazdıklarım, cesaret edip yazamadıklarımla sizlerin karşınızdayım.İnanma edimini küçük görmeyin sakın,kahramanımızı hapishaneden çıkarıp Başbakan yapan o gizemli ama herkesin sezdiği kudret beni yeniden var etmişti.

Şimdiki zamanımı önce O’na sonrada kendime borçluyum.Yazar kısmının imansız kalem egzersizlerini yalnızlığa çaresizce sığınmalarına, yazma eylemlerini ısrarla tanrılık ile eş değer saymalarına yorarım.Yazarlık işinin çıraklığını yapan bizim gibilere gelince elifi görse mertek zanneden okumalarıyla övünen yüksek okul diplomasına sahip kanlı canlı kalemşörleriz.İşte bu kitap ya ölümüm olacak ya da beni yeniden yaratacaktı.Bekleyip, görecektim

İMAM….

Serçeler gürültüme uyanarak penceremin önündeki boynu bükük ağacın dallarından pırpır havalandılar..Ademoğlu güneşin tazecik ışıklarını bu ufaklıklar cıvıldaşarak su içmeye gelince daha da içinde hissediyor.Toprak, şafakla beraber karanlıkları üzerinden sıyırıp sabah kıyafetlerini üşenmeden seçip giyinirken umudun o dingin şarkısını evrenle uyum içerisinde dinlemek benim gibi öfkesine sürekli yenik düşmüş birisine ne kadar uzak kalmış his idi.Şimdi,hatta hiç ölmeyecek biçimde şu anımdaki sonsuzlukta adına yaşam denilen kaderle karılmış olan o insanlık macerasını böyle cümle özentileriyle paylaşmak istedim sizlerle.Umudun şerefine yıkanıp giden pislikler, onun aşkına unutulan pişmanlıklar uyandığım her sabahın ilk duası oluyor.İşte bu saatlerde tabiat ana yalanlardan bıkmış gözlerime tadına doyulmaz resimler seriyor fütursuzca.

Birşeyler yazmak istiyordum.İçimdeki yazma güdüsü karşı konulmaz hale gelince gerçeklerle hayalgücüm el ele verdi.Ve karşınıza aşağıda karaladıklarım çıktı.Tarihi yeniden yazmak imkansız değil ama geleceği yaratmak pekala mümkün.Sizinle paylaşacağım o hayal benim iflah olmaz arzum olmaktan öte sanki gelecekte yaşanması muhtemel kehanet öyküsü.Meşum olduğu kadar masala dönmüş ve bizlere mal olmuş bir hayatın ömür güncesi bu.

Edebiyat mı yapıyorum?Bırakın yapayım,her anım kendimle başbaşa geçerken yalnızlığımın üstüne kelimelerden örülü bir çuval örteyim.İğneyi kendime batırırken çuval deyince aklıma benim ve ülkemin yakın tarihi düştü bile. 2 Temmuz 2003 Süleymaniye…ABD askerleri,Türk özel kuvvetlerine baskın düzenlerler.Tıpkı Ergenekon Davası’nda olduğu gibi önemli birisine suikast düzenleyecekleri iddiasıyla askerlerimizin başına çuval geçirip, ellerini kelepçelerler.Üstelik ordunun üst kademesinden hiçkimse Amerikalılara karşı koyun emri vermez.Böylesi bir tepkisizlik ileriki tarihlerde komuta kademesine çok acı sonuçlarla geri dönecektir ya.

Skandal olaya en başından beri şahit olan kahramanımız karşı tarafın en üst derecedeki ikinci muhatabına durumu haber verir.Muhatabı askerlerin sağ ve sıhhatte olduğunu söyler ama bizimki tatmin olmaz.Sanki geçmişinden bahsederken geleceğinin hamurunun tüm bu anların toplamından ibaret olduğunu için için sezer. “Ben de hapse düştüm. Parmaklıklar arkasında ne yaşandığını iyi bilirim.Hemen askerlerimi serbest bırakın!”deyip, kestirir atar. Yine damarı kabarmış,benliğini yaratan onulmaz öfkesi aklının o incecik yollarını çiğneyip geçmiştir.İkinci önemli adam, gereğini yapacağını söyleyerek başından savar bizimkini.Oysa 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmemesinin acısı yeni yeni çıkmaya başlamıştır.Zülfikar Ali Butto ne söylemişti?:”ABD, fil gibidir. Kinini içinde tutar, yeri geldiği zaman kusmak üzere elbet.”

Evet,yılların NATO müttefiği, Irak işgaline engel olduğunu düşündüğü herkese:Orduya,muhalefete ve tabii kahramanımızın lideri olduğu siyasi düşünceye ders vermek istemiş,dönemin Savunma Bakan yardımcısı olan zat: “Türkiye,ayağa kalkıp hatasını kabul ederek, özür dilemelidir!” sözlerini sarf edebilmişti.Müstemleke idarelerinin sömürge valisi gibi emir buyurarak.Halkın yoksulluktan bıkıp usandığı,çaresiz bırakıldığı kanla çizilmiş insan coğrafyasında yalanların ardındaki gerçek nice zorluklarla kurulan Cumhuriyet devletinin birilerinin taşeronu haline getirilip, dostlarının! suikast planlarına kurban edilmek istendiğiydi.Milliyetçi olmanın Mütareke Döneminde olduğu kadar tehlikeli hale gelmesiydi gerçek.Sanki Damat Ferit,Vahdettin yeniden mezarlarından hortlamış, kabuslarımızın tapu belgesi olan Sevr Muahedesi gizlendiği mahzende semirtilerek yaşayan bir ölü gibi hayatımıza fırlatıp atılmıştı.İleriki bölümlerde kahramanımız ne diyecekti “Korkularım,hayallerim olmuştu.” İşte halkın korkuları geleceğini çepeçevre kuşatmış,toplum denen koca başlı aile hastalığını seven kişilikler misali acınası biçimde dününe sarılmıştı. Diğerleri ölsün bana ne gam diyebilecek noktaya getirilmişti.Böylesi dev gibi büyüyen günlerde yokluğun adı konmamış, çetin inadına mayası bozukların ihanetleri devşirilecekti adım adım .

Yaşananların ardından Bağdat’taki Türk Büyükelçiliğini korumakla görevli beş özel harekat polisi yine Irak sınırları içerisinde şehit edilmişlerdi.Polislerin cenaze töreninde kahramanımız şu dizeleri terennüm etti:”Ey, şehit oğlu şehit isteme benden makber.Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber.”Ama gidenler geri gelmiyordu.Habur’da ala-ü vala ile karşılanan teröristlere benzer biçimde davulla zurnayla,toy düğünle karşılanmaları gerekirken kefenlerini görev yolunda dikip,yavrularına hasret gidiyorlardı.

Yazılan senaryo kanla acının el ele verdiği yepyeni bir dünya düzeninin mutlak kaosunu içermekteydi. Türkiye, bu planın yalnızca ana istasyonlarından ibaret değildi.Büyük Ortadoğu Projesi’nin taşeronluğunu yapacak siyasal partinin başında bulunduğu cepheydi aynı zamanda.Oysa Türkiyem, seçilmişlerin ancak atanmışlar kadar siyasi meşruiyete sahip olduğu darbelerle demokrasi hayalinin silik bir ufuk çizgisinde dans ettiği destanlar ülkesiydi.

TEKEL işçilerinin ekmek kavgalarını sokağa taşımaları yazılan kötücül senaryonun halktan uzak,devlete yakın imkansız siyaset anlayışına armağanı olmuştu.Aç kalan kursaklara hiçbir dua çare olmuyor,işsiz babaların evlerinde cinnet geçirmelerine,annelerin sütten kesilmelerine neden olan töreden ibaret kalmış dindarlık artık vesvese getiriyordu. Tohumları yalanla sürülmüş çorak toprak sel sularıyla yıkandığında dipten gelen kopkoyu tortuyu yasaklarla örülmüş hiçbir set durduramazdı.Ankara,taşkın selinin karşısında savunmasızdı ve dünyayı yok edenlerin arzularına birlikte kaşık sallayanlar gürül gürül,kasla,etle,direnişle dolu gelen bu akışı asla geri çeviremezlerdi.Savaş,silahların susmasıyla bir başka biçimde yeniden başlamış,saflar tutulmuş mutlak çoğunluğun hakim azınlık karşısındaki sürgit mücadelesi kitaplara,gazetelere,örün ağlarına yeni tarihleri,toplumsal hareketleri müjdeliyordu.

Dedim ya, umut tükenmezdi.Halkın bükülmez bileğini sahtekarlıkla kıvırıp; buhranı, sefaleti tehditle bastırmaya çalışmak yakın tarihin bildik görüntüleriydi.Aslında Silahlı Kuvvetler siyasete yan kapıdan -Ergenekon kapısından- girmiş,açılan davaların ardından intihar eden, tutuklanan subaylar,dağılan aileleri ordunun başlıca iç güvenlik meselesi haline ulaşmıştı.Bu süreçte yıllardır en güvenilen kurumun mensubu sayılanlar yıpratılarak pasif duruma düşürülmüşlerdi.Sınırlarını koruma refleksini kaybetmeleri yüzünden Kozmik Oda’larına rahatlıkla girilmesinden öte, kurum içerisinde sürgit yaşananlar subaylarına ve kendilerine duyulan sarsılmaz inancın da sorgulanmasına yol açıyordu.Sanki halk ayağa kalktıkça, ordu susuyor ve bu garip suskunluk bir yerlerden emir bekliyorlar iddialarına sebep oluyordu.Anlamlandırmaya çalışmakla kalmayıp, birebir görgü şahidi olduğumuz komplo dolu günler perde arkasında yazılırken istihbarat kuruluşları bu hikayeleri TARAF gibi gazetelere servis etmeye devam ediyorlardı. Millet bu işin içerisinde yoktu.Ama şimdilik…Son gülen iyi güler, bu sözü hiç yabana atmamak gerek.

(DEVAMI GELECEK)